Peygamberler, Allah (c.c.) ile insanlar arasında elçidirler. Allah (c.c.) bu göreve en layık olan kullarını seçmiştir.
Yüce Allah (c.c.) insanlara yol gösterici olarak zaman zaman Peygamberler göndermiş, onların vasıtasıyla emirlerini ve yasaklarını duyurmuştur.
Hz. Muhammed (S.A.V), Yüce Allah (c.c.) 'ın insanlar arasından seçip gönderdiği son peygamberdir.
O, bütün insanlığa gönderilmiştir. Bütün iyi huyları ve faziletleri kendisinde toplayan en güzel örnektir.
Yüce Allâh, insanlara kendi içlerinden seçtiği son derece yetkin insanlar
aracılığıyla dinini bildirmiştir. Bu kimselere "peygamber" denir ki Allâh ile
kulları arasında bir elçi demektir.
Peygamberlik, Allâh’ın insanlardan dilediğine verdiği bir görevdir. Çalışmakla
elde edilmez. İlk Peygamber, Hz. Adem Aleyhisselam son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v) dır. Bu
ikisinin arasında, her millete kendi diliyle konuşan peygamberler
gönderilmiştir. Sayılarını Allâh’tan başka kimse bilmez. Bunlardan bir kısmının
adı Kur’an’da geçmektedir.
Peygamberler de insandır. Bu bakımdan yeme, içme, uyuma, dinlenme, evlenme,
hastalanma gibi beşeri hususlarda diğer insanlarla aralarında bir fark yoktur.
Bunlar peygamberler için bir eksiklik değildir. Ancak hepsinde mutlaka bulunması
gereken ortak nitelikler şunlardır. Sıdk (doğruluk), emanet (güvenilir olma),
fetanet (çok zeki ve akıllı olmak), tebliğ (bildirmekle yükümlü bulundukları
hükümleri insanlara anlatmak), ismet (günahsız olmak). Peygamberlerin,
peygamberliğini insanlara anlatmak için Allâh kendilerine mucizeler vermiştir.
Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)’e de böyle pek çok mucize verilmiştir. Fakat
O’nun en büyük ve sürekli mucizesi, hiç şüphesiz ki Kur’an’dır.
Peygamberlerde bulunması gereken vasıflar nelerdir? Nebi ile resul arasındaki
fark nedir?
Peygamberlik müessesesi vehbîdir (Allah vergisidir). Takva ve salâhat gibi,
insanın iradi gayreti (kesbi) ile elde edilemez. Peygamberler, Cenâb-ı Hakk’ın
insanlar arasından hususî seçtiği, özel himaye ve terbiye ettiği mümtaz
şahsiyetlerdir.
Resûlüllah Efendimiz Kureyş’e Nübüvvetini tebliğ etmesi üzerine, Kureyş’in ileri
gelenlerinden Velid bin Muğire:
“Eğer peygamberlik hak olsaydı, peygamber sen olacağına ben olurdum. Çünkü ben,
yaşça senden büyük olduğum gibi, mal ve çocukça da üstünüm” (H. Cisrî, Risâle-i
Hamidiye, 520) demişti.
Bunun üzerine nazil olan âyetlerde: Allah’ın peygamberliği kime vereceğini daha
iyi bildiği, o makamın böyle fazla çocuk sahibi olmak ve daha yaşlı bulunmak
gibi maddi sebep ve vesilelerle ulaşılacak maddî bir makam olmadığı
belirtilmiştir. (el-En’âm, 124)
Ayrıca da peygamberliğin ilâhî ve yüce bir rahmet olduğu ve bunu ancak Allah’ın
dilediğine vereceği, kimsenin böyle bir rahmete lâyık olduğunu iddia
edemeyeceği; gelen âyetlerde açıkça beyan edilmiştir. (Zuhruf, 31-32)
Peygamberlik kulun irade ve gayretiyle ilgisi olmayıp yalnız Allah’ın
tercihiyledir. Bununla beraber, peygamber olan zatlarda bulunması şart olan bazı
vasıflar da vardır. Bu vasıfları şöylece sıralayabiliriz:
1) Peygamberler; hür olan erkek kişilerden olur. Kölelerden, kadınlardan, cinler
ve meleklerden peygamber gelmemiştir. Şöyle ki:
a) Peygamberlik sadece ERKEKLERE hastır. Bu husus, Enbiyâ sûresinin 7. âyetinde
kesin olarak belirtilmiştir. Bazıları Meryem, Havva, Âsiye, Sâre, Hacer, Hz.
Musa’nın annesi Yuhaniz gibi bazı kadınların da peygamber olabileceğini ileri
sürmüşlerse de, ulemânın ekseriyetinin ittifakıyla, bu görüş isabetli
bulunmamıştır. (Tafsilât için bk: Muhittin Bahçeci, Âyet ve Hadîslerle
Peygamberlik ve Peygamberler, 87-88)
b) Peygamberler HÜR kişilerden olur. Toplumda horlanan bir sınıf olan kölelerden
peygamber çıkmamıştır. İşte bu sebeble Hz. Lokman, ekseriyetin görüşüne göre
peygamber değildir. Zira o, azadlı bir köledir. Kölelikten kurtulduktan sonra,
birçok peygamberlere ulaşmış ve onlardan ilim öğrenmiştir. Hakîm bir zat olarak
meşhurdur. (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 528-529)
c) Meleklerden de peygamber gelmemiştir. Bir âyet-i kerîme de meleklerden bir
kısmı için “Rusül” (Resuller) denmekte ise de, bu lügat mânâdaki peygamber demek
değildir. Allah ile peygamber arasında elçilik ve kitap indirmede aracılık
yaptıkları, iyi kullara ilhamlarda bulundukları için -bazı melekler bu tabirle
zikredilmişlerdir. (Fatır, 1; Bk: H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 530)
d) Meleklerden peygamber gelmediği gibi, bazı alimlerin görüşüne göre, cinlerden
de peygamber gelmemiştir. (Bu hususta tafsilât için bk: H. Cisrî, Risâle-i
Hamidiye, 530-531)
2) Peygamberler körlük, baras, cüzzam gibi hastalıklardan, soyca ayıplanmaktan,
kalp katılığı ve insanlığa yakışmayan vasıflardan ve tiksindirici durumlardan
uzaktırlar.
Nübüvvet vazifesinin haricinde kalan her türlü insanlık ihtiyaçlarında ve
tiksintiyi gerektirmeyen beşerî durumlarda ise, sair insanlara eşittirler.
Herkes gibi yer, içer, uyur, evlenir, kızar, gülerler...
Hz. Eyyûb’un ağır hastalığı ve Hz. Ya’kub (A.S.)’un gözüne perde inmesi,
Nübüvvet vazifesini aldıktan sonra olmuştur. Geçici olarak ve sırf insanlara
ibret olsun diye verilmiş ve aynı zamanda rahmet-i ilâhiye tarafından mu’cize
olarak harika bir şekilde kaldırılmıştır. Bu bakımdan, onların bu hali bahsi
geçen şarta aykırı düşmez. Bu şart, Nübüvvetten evvel böyle bir durumda
olmamakla ilgilidir. (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 527-532)
Bazı tefsirlerde Hz. Eyyûb (A.S.)’un yaralarının kurtlandığı anlatılmaktadır.
Peygamberlerin, insanların tiksinti ile karşılayacağı hallerden uzak olacağı,
îslâm âlimlerince üzerinde ittifak edilen bir husustur. Bu bakımdan, Hz. Eyyûb
(A.S.)’un da, dıştan bakınca çirkin görülüp tiksinti duyulacak hallerden azade
olduğu muhakkaktır. Şu halde, O’nun hastalığı, bedenindeki yaraları; sanıldığı
gibi vücudunun dışında, bakanların tiksineceği açıklıkta değildi. Öyle olmadığı
içindir ki, bakanlar sadece onun derin hastalıklar içinde olduğunu biliyor,
fakat müzmin yaralarını ve hastalığını açıkça göremiyorlardı. Nitekim günümüzde
de, hastanelerde yatan nice kanserli ve iç organları tamamen yara-bere içinde
hastalar var ki, dıştan bakınca hiçbir şey farkedilmez. Nefret ve tiksintiyi
mucip bir manzara sezilmez.
Eyyûb (A.S.)’un da durumu böyleydi. Bakanlar dışta tiksintiye sebeb olacak
hiçbir şey göremiyorlardı ama, yaralardaki mikrop ve kurtçuklar, diline ve
kalbine kadar her tarafına zarar verir hale gelmişti. Zikir ve tefekkürüne engel
teşkil ediyorlardı... (bk. A. Şahin, Yeni Asya Gazetesi, 24/2/1976)
3) Peygamber olan zatlar, İSMET sıfatını haizdirler, yani hata ve günahlardan
masum ve uzak bulunurlar. İsmet sıfatı şu 2 hususta olur:
a) İtikadî hususlarda: Peygamberler, gerek peygamberlikten evvel ve gerekse
peygamberlikten sonra, açık veya gizli; her türlü KÜFÜR’den ve ÎNKÂR’dan
münezzehtirler. Bu hususta icmâ vardır.
b) Akval yani ağızdan çıkan konuşmalarda: Yine peygamberler, gerek kasden ve
gerekse sehven (bilmeyerek), gerek peygamberlikten önce ve gerek sonra, gerek
bir faydaya ve maslahata binaen olsun ve gerekse olmasın; vakıaya aykırı,
realiteye zıt haber vermek demek olan KİZB’den (YALAN’dan) uzaktırlar.
Peygamberler her hallerinde SIDK sahibidirler, yani doğruyu söylerler. Doğru ne
ise onu yaparlar Sıdk hali, peygamberlerin, en başta gelen vasıflarından biridir
Peygamberler, kızgın veya neş’eli bütün beşeri hallerinde vakıaya aykırı hareket
etmekten; fuzuli, lüzumsuz söz söylemekten beridirler. Mizah (şaka) yapmaları
caizdir, fakat yaptıkları bu şakalar da yine doğrunun ta kendisidir, yalandan
uzaktır. Bir gerçeğe dayalıdır. (Muhâkemât, 54; Resûl-i Ekrem (S.A.V.)’in
ashabına yaptığı bazı şakalar için bk: Gazali, îhyâ ter., III, 287-293)
Nitekim Sahabeden Abdullah bin Amr, Peygamber (S.A.V.)’e kendisinin her sözünü,
rıza ve kızgınlık anlarında da söylediklerini yazıp yazmamasını sorduğu vakit,
Hz. Peygamber O’na: Her söylediğini, rıza ve gazab halinde söylediklerini de
yazmasını; ağzından ancak doğru sözün çıkacağını, söylemiştir.
c) Fiiliyatla ilgili hususlarda: Peygamberler büyük günahların (KEBAİR) her
çeşidinden tamamen masumdur. Bu hususta da icmâ vardır,
Küçük günahlar (SAGAİR) ise, iki kısma ayrılır:
aa) Başkalarının istiskal ve nefretini celbeden küçük günahlar: Meselâ, gizlice
bir lokma ekmek aşırmak gibi. Satılan bir şeyi tartarken bir-iki gram eksik
tartmak gibi... Bunlar ne kadar küçük de olsa; böyle bir şeye tenezzül edenin,
basit ve düşük tabiatlı olduğunu gösterdiğinden, peygamberler gerek kasden ve
gerekse sehven bu gibi hallerden münezzehtirler
bb) Nefret hissi uyandırmayan, müsamaha ile karşılanabilen küçük hatalara
gelince: Peygamber, Nübüvvetten sonra bunlardan da mahfuzdur. Teftazânî Şerhü’l-Makasıd
adlı eserinde, bu görüşü benimsemiştir, Şerh-i Akaid adlı kitabında ise, kasıtla
yani bilerek veya sehven bu gibi küçük hataların (Bk: Tecrid ter., IV, 295-296)
Peygamberlerden sâdır olabilmesini caiz görmektedir. Peygamberlerden sâdır
olabilen bu gibi küçük hatalara “Zelle” denmektedir. Bu gibi fiilî durumların
dışında peygamberlerde, “re’y ve te’vilde isabetsizlik” görülebilir. Bir dinî
hükmün açıklanmasına vesile olmak için, bazı fiillerinde geçici olarak yanılma
ve sehve düşme de caizdir. (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 432) Ancak bu
isabetsizlik ve sehiv, derhal Cenâb-ı Hak tarafından düzeltilir. Mü’minlerin
ondan gereken dersi almaları te’min edilmiş olur.
4) Peygamberler FETANET sahibidirler. Peygamberler zamanlarının en akıllısı,
ileri görüşlüsü ve zekâca en mükemmelidirler. İdrak ve ihsas kuvveleri son
derece gelişmiştir. Zekâca geri, ufku dar, aklı bozuk kimseler Peygamber olamaz.
5) Peygamberler, TEBLİĞ vazifesini hakkıyla ifa ederler. Her peygamber,
kendisine emredilen hükümleri, hiç birini unutmadan, yanılmadan, olduğu gibi
ümmetlerine tebliğ ederler. Bu hususta herhangi bir eksiklik veya fazlalık söz
konusu değildir. Allah’ın hıfzıyla bu gibi kusur ve zaaflardan muhafaza
edilmişlerdir.
6) Peygamberler EMİN Şahıslardır. Bütün peygamberler, içinde yaşadıkları
toplumun en güvenilir ve itimad edilir kimseleridir. Onların gerek Nübüvvetten
önce ve gerekse sonra, emin kimseler oldukları herkes tarafından ikrar
edilmiştir. Peygamberlerin dâvalarında haklılık ve doğruluklarına en büyük
delil, budur. Onlar bu vasıflarını hatırlatarak kavimlerinden hakka ve insafa
gelmelerini istemişlerdir. (Bk: el-A’raf, 68; eş-Şuara, 107, 128, 162, 178; ed-Duhan,
18)
Nübüvvetten evvel emin olan, insanlara karşı hiçbir yalanı ve hıyaneti tesbit
edilemeyen bir kimse, hiç tutar da Peygamber olmadığı halde, “Ben Allah’ın
Resulüyüm” diye Allah’a iftira ve hıyanet eder mi? Elbette etmez. Bu husus akıl
ve insaf sahiplerinin gözünden kaçmaz.
Nitekim Bizans İmparatoru Hirakl’in, Resûlüllah Efendimizin Nübüvvetini tahkik
için Kureyş hey’etine sorduğu sualler arasında bu husus da vardı. O,
Kureyşlilere, Nübüvvet iddia eden bu zatın Nübüvvetten evvel herhangi bir
yalanını görüp görmediklerini sormuştu. Hayır, cevabını alınca: “Normal hallerde
insanlara karşı hiç bir yalanı tesbit edilmeyen bir kimse, Allah’a iftiraya
teşebbüs edemez. O zat dâvasında doğrudur” (H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 547)
demişti.
7) Bütün peygamberler, ÎLÂHÎ VAHYE mazhar olmuşlar ve vahyi getiren melekle
görüşmüşlerdir.
8) Bütün peygamberler, nübüvvet iddialarının doğru olduğunu göstermek için
Allah’ın kudret ve iznine dayanarak harikulade bazı işler yapmışlardır. Bunlara
MU’CİZE denir.
9) Peygamberlere ait özelliklerden biri de Cenâb-ı Hakk’ın, istisnasız hepsinden
“MîSAK” almasıdır. Bazılarından ise, “MİSAK-l GALiZ” alınmıştır.
Misak kelimesi, lûgatta anlaşma, sözleşme, yeminleşme ve söz verme mânâlarına
gelir. Terim mânâsı ise, peygamberlerin, bütün güçlüklere, eza ve cefalara
katlanacaklarına ve dâvalarından hiçbir şekilde dönmeyeceklerine dair Cenâb-ı
Hakk’a söz vermeleridir. Bütün peygamberlerden bu söz alınmıştır. (Âl-i İmrân,
80)
Misak-ı Galiz ise, bu sözleşmenin yeminle te’kid ve te’yid edilmiş şeklidir.
Kendisinden misak-ı galiz alınan peygamberler beş tanedir. Kur’ân-ı Kerîm’de
bunlara Ülul-Azm Peygamberler denir ki, bunlar: Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa,
Hz. İsa ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (Aleyhimü’s-selâm)’dir. (el-Ahzâb, 7;
Vehbî, Hülasa, XI/4390-91; M. H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V/3872)
Peygamberlerden misak (söz) alınmasının hikmeti şudur:
Peygamberlik vazifesi, son derece zor ve meşakkatli bir vazifedir. Bu sebeple
Cenâb-ı Hak, peygamber olarak seçtiği bu müstesna zatlara, önceden
karşılaşacakları bütün engelleri ve zorlukları bildirmiş, alıştırıcı tebliğlerde
bulunmuştur. Yani onları ruhen böyle bir mücadeleye hazırlamıştır. Allah’ın
peygamberlerden aldığı misak, onların azim ve gayretlerini artırmak, sabır ve
sebatlarını ziyadeleştirmek içindir. En gayretsiz bir insan bile, birine söz
verdiği zaman, mahcup düşmemek için o sözü yerine getirmeye bütün gücüyle gayret
eder. Elbette Allah’a söz veren böyle müstesna zatların bu sözlerini yerine
getirmek için ne derece gayret gösterecekleri açıktır. Gerek misak, gerekse
misak-ı galizin arkasında birçok güçlükler, meşakkatlar yatmaktadır. Ülü’1-Azm
peygamberlerin yolları ise, daha çetin, karşılaşacakları güçlükler sıradan
insanların tahammül gücünü çok çok aşacak derecede büyüktür. Bu sebeble, Cenâb-ı
Hak onlardan böylesine şiddetli bir teahhüd yani misak-ı galîz almıştır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Ey müminler!. Sizden evvelki ümmetlerin başlarına gelenler sizin başınıza da
gelmedikçe, cennete gireceğinizi mi sanmıştınız? Onları öyle şiddetli
ihtiyaçlar, hastalıklar, belâlar istilâ etti, oldukları yerden ayakları
kaydırıldı ve öylesine sarsıntılara düçar oldular ki, Allah’ın Resulü ve ona
inananlar “Allah’ın nusreti ne zaman?” demek mecburiyetinde kaldılar. Bunun
üzerine taraf-ı ilâhîden “Haberiniz olsun, muhakkak Allah’ın nusreti ve yardımı
pek yakındır” denildi.” (el-Bakara, 214) mealindeki âyet-i kerîme, bu zorlukları
açıkça göstermektedir.
Nebi ile resul arasındaki fark nedir?
Nebi kelimesi, haber mânâsına gelen nebe’ kökünden alınmıştır. Ya ism-i fail
olarak kullanılır. O zaman mânâsı, “Kendisinin peygamber olduğunu halka bildiren
veya kendisine Allah tarafından tebliğ edilen hükümleri haber veren” demektir.
(H. Cisrî, Risâle-i Hamidiye, 524) Veya ism-i mef’ûl mânâsındadır. O zaman
mânâsı, “kendisine, Allah tarafından, peygamber olduğu veya bazı ilâhî hükümler
haber verilen zat” demek olur. Resul kelimesi ise, Allah tarafından ilâhî
hükümleri tebliğ etmek için gönderilen zat (mürsel) manasınadır. (a.g.e., 524)
Resulle Nebî kelimelerini, bazıları eş manâlı kabul etmişlerdir. Bazıları da
“mânâları farklıdır. Fakat kullanışta aynı şeyi ifade için kullanılmıştır”
demişlerdir. Doğrusu, aralarında umum ve husus farkı olduğudur. Resullerin 313
tane olduğu, Nebilerin ise 124 binden fazla bulunduğu rivayetler arasındadır.
(a.g.e., 525)
Kur’ân-ı Kerim’de bazı âyetlerde Resul ile Nebî kelimesi ayrı ayrı zikredilerek
birbirine atfedilmiştir. Birinin diğerine atfı ise, ayrı ayrı mefhumlar
olmalarını gerektirmektedir. (Bk: el-Hac, 52) Fakat bazan bu iki kelimenin
Kur’an’da aynı mânâya geldiği yerler de vardır.
Bu iki tabirin birbirinden farklı mefhumlar olduğunu söyleyenler, aradaki
farkın, resulün yeni bir şeriat sahibi olması olduğunu ileri sürerler. Her
Resul, ya yeni şeriatla gönderilir veya kendisinden evvelki şeriatın bazı
hükümlerini değiştirir. Nebiler ise, kendisinden evvelki şeriatın tebliğ ve
tatbikçisi durumundadır. Yeni hüküm tebliğ etmezler, evvelki şeriatı
neshetmezler. (H. Cisrî, a.g.e., 526)
Bilgi Kaynak : Sorularla İslamiyet , Mehmet Dikmen
Bir Dua
Mâruf Kerhî (k.s)
«Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslâh eyle! Allâh’ım, ümmeti Muhammed’in sıkıntılarını gider! Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e rahmet eyle» derse Abdâl’dan (Allah dostlarından) yazılır. (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)