12 Haziran 2008 | 10:01:20

l- H.III-IV, M. IX-X. Asırlarda Tasavvuf
H. III.-IV, M. IX.-X. asırlar tasavvuf târihinde yüzyıllar boyu kendilerine bağlanılan büyük mutasavvıfların yetiştiği önemli bir dönemdir. Bu asırlar, İslâm siyâsî, içtimaî ve ilimler târihi açısından büyük önem taşımaktadır. Abbasî devletinin gelişme dönemi sayılan bu yıllar, Bağdad ve çevresinin ilim merkezi hâline geldiği yıllardır. Muhtelif kavim ve kabilelerin birbiriyle kaynaşıp tanıştığı ve muhtelif kültürlerin buluştuğu bir dönemdir. Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi bâtıl cereyanlar, Mâtürîdîlik ve Eş'arîlik gibi ehl-i sünnet kelâm mezhepleriyle Hânefiyye, Mâlikiyye, Şâfiiyye ve Hanbeliyye gibi amelî mezhepler ve ardından felsefî cereyanlar hep bu asırlarda ortaya çıkmışlardır. Bu asırlarda Şîa'nın belli ölçüde teşkilatlanmış olduğu hesaba katılırsa, bu yüzyıllar hem siyasî, hem içtimaî, hem de dînî açıdan son derece hareketli bir dönemdir.
Bu asırlar tasavvufun fıkıh, kelâm ve hadîs gibi ilimlerden ayrılıp inkişâf ettiği tekâmül devresidir. İlk tasavvufî eserler bu dönemde kaleme alındığı gibi, ilk tasavvuf kavramları da bu dönemde kullanılıp yaygınlaşmaya başlamıştır. Tasavvuf, tahalluk (eğitim) ve tahakkuk (keşf ve ma'rifet) boyutuyla bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir. Bu dönemin mutasavvıfları insan rûhunu tahlil etmekte; ona ârız olan hâlleri beyan ederek geçeceği makamlardan bahsetmekte, kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesi gibi konuları gündeme getirmektedir. Fenâ ve bakâ kavramlarıyla ittihad fikri ilk defa bu asırlarda Hallaç (ö.309/921) ve Bâyezid (ö.262/875) gibi mutasavvıflarca ifâde edilmiştir.
Râbia ile başlayan sevgi ağırlıklı tasavvufî düşünce Ma'ruf Kerhî ile gelişmiş, H. III. ve IV. asırda tasavvufî telakkilerin ağırlıklı konusu hâline gelmiştir. II. asırda Hasan Basrî ve talebelerince temsil edilen Basra mektebinin hüzün ve korkuya dayalı tasavvuf telakkisi III. asırda artık yavaş yavaş yerini aşk ve muhabbete bırakmıştır. III. asırda yetişmiş ve eserleriyle daha sonraki dönemleri etkilemiş bulunan Hâris el-Muhâsibî'nin de sevgi üzerine eser yazması veya eserlerinde sevgiye özel bir bölüm ayırması, bu dönem tasavvufunun "sevgi damgası" taşıdığını gösterir.
Hicrî ilk iki asrın zâhid-sûfîleri genellikle Basra, Kûfe ve Horasan'dan yetiştikleri hâlde III. ve IV. asrın mutasavvıfları İslâm memleketlerinin hemen her tarafından, tasavvufun değişik boyutlarıyla temâyüz edip yetişmişlerdir. Basra, Kûfe ve Horasan, tasavvufî canlılığını sürdürürken, Mısır, Nişabur, Şam ve özellikle Bağdad bu asırlarda büyük mutasavvıflar yetiştirmiştir.
Basra'da Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö.283/896), Kûfe'de İbn Semmâk (ö.183/799), hicrî üçüncü yüzyılın mutasavvıfları arasında sayılırken, Horasan'da Ahmed b. Harb (ö.234/848), Hâtim-i Esamm (ö.237/851), Ahmed b. Hadraveyh (ö.240/854), Ebû Türâb Nahşebî (ö.245/859), Ebû Abdullah Siczî (ö.III./IX.asır), tevekkül ve fütüvvet ağırlıklı Horasan tasavvufunun temsilcilerini oluşturur. Horasan'da bu yıllarda gelişen fütüvvet genellikle şecaat, mürüvvet, sehâvet ve kerem anlamları taşımakla birlikte, îsâr, kendini hizmete fedâ, başkalarına eziyet vermemek, iyiliği yaymak, sızlanmayı bırakmak, makam tutkusundan uzaklaşmak ve nefsle savaşmak gibi anlamlar kazanmıştır.
Bu asırlarda Horasan ve Mâverâünnehr bölgesinde yetişen mutasavvıfların önde gelenlerinden biri 'Hakîm Tirmizî' diye maruf olan Ebû Abdullah Muhammed b. Ali (ö.320/932)'dir. Hânefî fıkhını ve İslâm'ın zâhirî ilimlerini tahsil eden, hadîs ilminde de belli bir yeri bulunan Hakîm Tirmizî, Tasavvufta özellikle "Velâyet" konusunda yazdığı Hatmu'l-Velâye adlı eseriyle dikkat çekmiştir. İbn Arabî onun eserlerinden yararlanmıştır. Hakîm Tirmizî, mutasavvıflar arasında felsefeyle meşgul bulunanların ilklerindendir.

2- H. III ve IV. Asırlardaki Tasavvuf Mektepleri
a. Nişabur Mektebi, Fütüvvet ve Melâmet
Hicrî II. asır'da tasavvufun önemli merkezlerinden biri olan Horasan'ın yanısıra, III. asırda Nişabur'un da "fütüvvet ve melâmet" özellikleriyle tanınan bir merkez hâline geldiği görülmektedir. Bu asırlarda, bu bölgede yetişen mutasavvıfların başlıcaları, Bâyezid Bistâmî, Yahyâ b. Muâz Râzî, Ebû Hafs Haddâd ve Hamdûn Kassâr'dır.
Bâyezid Bistâmî, sekri sahvına, mahvı isbatma gâlip ve şatahât üslubuyla konuşan bir sûfîdir. Bu yüzden sözleri bazan kendisi hakkında bir takım endişeler uyandırmıştır. Onun 'Sübhânî mâ a'zame şânî" (Ben kendimi tesbih ederim, benim şânım ne yücedir!) "Leyse fi cübbetî sivallâh" (Cübbemin içinde Allâh'tan başkası yok) sözleri, ilk vahdet-i vücûd terennümleri sayılabilir. Bâyezid fenâya erişini şöyle anlatır: "Beni bir kerre karşısına aldı ve dedi ki: "Ey Bâyezid, halk Beni görmek istiyor." Ben de dedim ki: "Öyleyse beni vahdâniyetinle süsle, benliğini giydir, ahadiyyete erdir. Halk Senin sıfatlarını görünce Seni gördük desinler. O zaman Sen, Sen olursun, ben ise orada bulunmam."
Bâyezid bu sözleriyle "fenâ fillâh" ile benlikten geçmeyi mânevî sekr hâlini anlatmaktadır. Bâyezid, tasavvuf kavramlarına "sekr" kavramını kazandırmış ve bu kavram muhabbet ve aşk kelimelerinin yanında önemli bir yer tutmuştur.
Nişabur'dan yetişen sûfîlerden biri olan Yahyâ b. Muâz Râzî (ö.258/871), Bâyezid'in hem hemşehrisi hem de çağdaşıdır. O da fenâ, vecd ve sekrden bahseden, "aşk sarhoşu" deyimini kullananlardandır. Râbia'dan sonra Allâh sevgisi konusunda Ma'rûf kerhî gibi, açıkça söz söyleyenlerin ilklerindendir. Onun muhabbet anlayışı huşû, huzû ve Allâh'a teslîmiyet gibi fazîletlere dayanır. Ona göre muhabbetin hakîkati, vuslatla artmaz, hicrânla azalmaz. Yahyâ, muhabbetten başka mârifetten de bahseden ve Hakk'ın mârifetini halkın mârifetinden üstün sayan bir sûfîdir. Hakk'tan uzaklaşmayı/fevt, halktan uzaklaşmayı mevt diye adlandırır, fevti mevtten daha kötü görür. Çünkü fevt, gafletle fırsatı kaçırmak, insan ile Allâh arasındaki bağlantıyı kesmektir. Mevt ise halk ile alâkayı kesmek, Hakk ile irtibatı sağlamlaştırıp mârifetullâha ermektir.
Yahyâ b. Muâz, Bâyezid gibi sekri esas alan tasavvufî görüşün sâhibi olduğu hâlde, zühdün esası sayılan temel ilkelere sıkısıkıya bağlıydı. Zâhidliğin az uyumak, az konuşmak, az yemek ve halvetle tamamlanabileceğini söylerdi.
Bâyezid ve talebesi Yahyâ "sekr"in savunucusu oldukları hâlde, onlarla çağdaş sayılan Bağdad mektebinin güçlü temsilcileri Cüneyd ve arkadaşları sekr yerine "sahv" ve temkinden yana olmuşlardır.
Horasan asıllı Nişabur sûfîlerinden biri de Ebû Hafs Haddâd (ö.270/883)'dır. Tasavvufu "Edepden ibârettir." diye tanımlayan Ebû Hafs, Horasan mektebinin fütüvvet telakkisini benimseyen, hac yolculuğu sırasında Irak ve Hicaz bölgesindeki sûfîlerle görüşen ve onların fikirlerinden de etkilenmiş bulunan bir mutasavvıftı. Fütüvveti "Başkalarına insafla muamele etmek ve başkalarından insaf etmelerini beklememek" diye tanımlar ve fütüvvetin sözle değil, fiil ve tatbîkatla gerçekleşebileceğini söylerdi.
Nişabur mektebine mensup mutasavvıflar, Basra mektebinden etkilenmekle birlikte, daha çok Horasan mektebinin tesiri altındaydılar. Aslında tasavvufî ekoller, gerek kaynaklarının aynı oluşu, gerekse devamlı münâsebetleri sayesinde, dâimâ birbirlerinden etkilenmişlerdir.
Hamdûn Kassâr (ö.271/884) ile Nişabur'da ortaya çıkan "melâmet" fikri, Irak'ta ve diğer bölgelerde gelişen zühd ve tasavvuf hareketine bir tepki mesâbesindeydi. Melâmiler Irak tasavvufunu daha çok şekil, kisve ve zâhirî şartlar ağırlıklı bir ekol olarak görürken, melâmet fikrini dînî ve içtimaî merasimlere karşı bir tepki olarak değerlendirmekteydiler. Melâmet genellikle, "nefsi dizginlemek, kınamak, itham etmek, kendine âit ibâdet ve tâatları azımsamak" şeklinde anlaşılır. Bu yüzden melâmet fikri selbî düşünceye daha çok ağırlık verir. Melâmetî, zemm ve levm fiillerinden bahsettiği kadar sena ve medih fiillerinden bahsetmez. Riyâyı anlattığı ve çirkinliklerinden bahsettiği kadar ihlâstan söz etmez. Bu düşünceye sâhip kişiler, amellerinin eksiklik ve kusurlarını anlatmayı amellerinin güzellikleri konusunda söz etmeye tercîh ederler. Bu yüzden melâmet "sahv" yolunu benimseyen, halvetten çok celvete önem veren bir anlayıştır. Nişabur'da gelişen melâmet anlayışının ilk tabakasını Hamdûn Kassâr ve Ebû Osman Hîrî (ö.298/910); ikinci tabakasını Mahfuz b. Mahmûd Nişâbûrî (ö.303/915), Ebû Muhammed Murtaış (ö.328/939), Abdullah b. Münâzil (ö. 329/940); üçüncü tabakasını da Ebû Bekir Nişâbûrî (ö.360/970), Ebu'l-Huseyn Ali b. Bundar (ö. 350/961), Ebu'l-Hasan Bûşencî (ö.348/958), Ebû Amr İsmail b. Nüceyd (ö.366/976) teşkil eder.1


___________
1. bk. Afîfî, el-Melâmetiyye, s., 44 vd.



🖋 Yazar :WebMaster
Site Yöneticisi

12 Haziran 2008 | 10:01:44

Başlangıçta tasavvufa tepki gibi ortaya çıkan melâmet hareketi, daha sonraları tasavvufî sistem içinde, bir yandan bir meşrebin adı olma özelliği kazanırken, diğer yandan bir tarîkatın adı olmuştur. Bununla birlikte târih boyunca melâmet fikri ve melâmîlik mensubu kişiler, genellikle ihtiyatla karşılanmış ve zaman zaman da takibata uğramıştır.
b. Mısır Mektebi, Mârifet ve Muhabbet
Mısır'da sistem bâzında tasavvufun temelleri Zünnûn Mısrî (ö.245/859) tarafından atılmıştır. Zünnûn, Ma'ruf Kerhî'den sonra mârifet ve muhabbet konusunda söz söyleyen ve bu konuda nazariye geliştiren sûfîlerdendir. Ona göre mârifet üç türlüdür: Birincisi genel anlamda mü'minlerin, ikincisi kelâmcıların ve hikmet ehli kişilerin, üçüncüsü de Allâh'ı kalbleriyle tanıyan evliyânın mârifetidir. Bu üçüncüsü mârifet derecelerinin en üstünü olup yakîn ile dopdoludur. Allâh'ı vahdet sıfatıyla tanımaktır. Bu tür bir mârifet, istidlal ve nazar yoluyla değil, ilham yoluyla gönle doğan, Allâh tarafından kalbe ifâza olunan bir mârifet türüdür. Keşf ve ilham ile hâsıl olan bu mârifetin dışındaki yollarla Zât-ı kibriyâ'yı tanımak, ancak selbî sıfatlarla olur. Zünnûn yakînî mârifetin Hakk'ın bir ikrâmı olduğunu şu lâfızlarla anlatır: "Ben Rabbımı Rabbımla tamdım. Eğer O olmasaydı asla O'nu tanıyamazdım."
Zünnûn'un mârifetle ilgili gördüğü muhabbet, insanı Allâh ile ittisale erdirecek mâhiyettedir. İnsan bu sevgi ve ittihad sayesinde kendisinin Hakk'ta müstağrak olduğunu hisseder. Ancak böylesine ulvî ve rûhî sevgiye eren kimse, durumunu başkasına arzetmekten sakınmalı, sır saklamasını bilmelidir.
Zünnûn Mısrî, Mısırlı bir sûfî olmakla birlikte, onun tesir ve nüfûzu, Mısır dışında Sehl b. Abdullah Tüsterî, Ebû Türâb Nahşebî, Ebû Abdullah b. Cellâ ve Ebû Saîd Harrâz gibi mutasavvıflara kadar uzanmıştır.2

c. Şam Mektebi, Açlık ve Gece İbâdeti
Şam tasavvufu, genellikle açlıkla eğitimi ve gece ibâdetini öne çıkaran ve bu yüzden "Cûıyye ve ehlü'1-leyl" adıyla anılan sûfîlerce temsil edilmiştir. Bunların başında Ebû Süleyman Dârânî (ö.215/830) ve talebeleri Ahmed b. Ebi'l-Havârî ile Ahmed b. Âsım Antâkî gelmektedir. Ebû Abdullah b. Cellâ ile Feth Mevsılî bu dönemde Şam bölgesinde yetişen ünlü mutasavvıflar arasında yer alır.
Şam mektebinin önderlerinden sayılan Dârânî, tasavvuf târihinde "ehlü'1-leyl" tâbirini ilk kullanandır. Ona göre ehlü'1-leyl olan kimselerin gece ibâdetinden aldığı tad ve haz, eğlence düşkünlerinin eğlenceden aldıkları taddan daha fazladır. Dârânî, ehlü'l-leyli üç derece olarak tasnif eder: Birinci derece, düşünerek okuyan ve ağlayan, ikinci derece düşününce cezbelenip sayha eden ve bununla rahatlayan, üçüncü derece ise okuduğunu düşünen ve bunun sonucu şaşkınlık ve hayrete düşerek sayha etmeye mecali kalmayanlardır. Yine o, "takvâ ehli kimselerin ölümünü ebedî hayâta açılan bir kapı olarak görmekte, diri oldukları hâlde nice ölmüş kimselerin bulunduğuna" dikkat çekmektedir. Allâh ile kul arasındaki sevginin "dil dudak deprenmeden" anlaşılması gereken bir keyfiyet olduğuna işâretle der ki: "Ârifin basîret gözü açılınca dünyâ gözü kapanır. Artık Allâh'tan başka birşeyi görmez olur." Ebû Süleyman'a göre kalbe dünyâ yerleşince orada âhırete yer kalmaz.
Dârânî'nin talebesi ve Cüneyd'in arkadaşı bulunan Ahmed b. Ebi'l-Havârî, Cüneyd tarafından "Reyhânetü'ş-Şâm" lakabıyla anılırdı. Ahmed, dünyâ sevgisinin Hakk'a nasıl perde olduğunu şöyle anlatır: "Kim dünyâya istek ve sevgiyle bakarsa, onun gönlünden yakîn nuru ve zühd çıkarılır. Allâh Rasûlü'ne ittibâ etmeden yapılan amel boşunadır."
Ebû Abdullah b. Cellâ, ana-babası tarafından Allâh yoluna vakfedilmiş bir gönül eriydi. Âbid, zâhid ve muvahhid kavramlarını şöyle açıklardı: "Övgü ile yergiyi eşit gören zâhid, farz ibâdetleri tam ve zamanında yapmaya çalışan âbid, bütün fiilleri Allâh'a âit gören, Vâhid'den başkasını görmeyen muvahhîddir." Bu söz bile daha o devirlerde sûfîlerin vücûdî tevhîd konusuyla ilgilendiğini göstermektedir.
Bunlardan başka Şam bölgesinde bu yıllarda yetişmiş bulunan Ahmed b. Âsım Antâkî ile Feth Mevsılî ve benzerleri bu mektebin özelliklerine yeni ve farklı bir şey ilâve etmemişlerdir.

d. Bağdad Mektebi, Tevhîd ve Aşk
Asırlar boyu İslâm devletinin pâyitahtı olan Bağdad, aynı zamanda ilim ve kültür merkezi olma özelliğine sâhip bulunduğundan, tasavvufun en büyük temsilcileri ve eser sâhibi müellifleri burada yetişmiştir. Bağdad tasavvuf mektebi Basra mektebinin izlerini taşımaktadır. Bağdad sûfîleri arasında ilk defa "sûfî" adıyla anılan Ebû Hâşim Sûfî ile ilk tasavvuf târifi yapan Ma'rûf Kerhî'nin önemli bir yeri vardır.
Ma'rûf Kerhî ma'rifet ile muhabbet arasında ilgi kurmasıyla ünlüdür. Sevginin bir Hakk vergisi (vehbî) olduğunu, insanlardan öğrenilecek (kesbî) bir konu olmadığını, dolayısıyla makam değil hâl olduğunu ifâde etmiştir.
Hicrî III. asırda Bağdad'da yetişen sûfîlerden biri Mansûr b. Ammâr'dır (ö.225/840). Âteşin bir vâiz ve iyi bir hatib olan Mansûr, "nefs, kalb ve takvâ" gibi gönül âlemine âit kavramlardan ilk bahsedendir. Bağdad'daki Mu'tezile mensuplarının "halkı-l Kur'ân" görüşüne karşı ehl-i sünnet görüşünün savunucusu oldu. Ahmed b. Hanbel ve arkadaşlarının yanında yer aldı.
Bağdad'ın "yalın ayak" anlamına gelen "Hâfî" lakabıyla ünlü sûfîsi Bişr b. Haris (ö.227/841), zühd ve verâ ile tanınmış bir şahsiyetti. Hattâ devrin Abbasî hâlifesi Me'mûn, onun hakkında: "Bu beldede (Bağdad) ondan başka kendisinden çekinilip utanılacak bir kimse kalmadı." derdi. Zengin bir âilenin çocuğu olmasına, çocukluğu bolluk ve refah içinde geçmiş olmasına rağmen, tasavvuf yoluna girince son derece zâhidâne bir hayât yaşamıştır.
Eserleri ve tesiri bugünlere uzanan Bağdad sûfîlerinden biri de Haris b. Esed Muhâsibî (ö.243/857)'dir. O, bir sûfînin eğitim içinde geçireceği gelişmeleri, bu gelişmeler sırasında inkişaf edecek hakîkatleri ve tecellî edebilecek mârifet ve bilgilerle mânevîyat yolunun sıkıntılarını en iyi şekilde anlatmıştır. Daha sonraki tasavvuf müellifleri Kuşeyrî ve Gazzâlî'nin eserlerinde atıflarda bulunduğu Muhâsibî, ilim, takvâ ve hâl açısından eşsiz bir sûfîdir. Ona göre "bâtınını murâkabe ve ihlâsla doğrultan kimsenin Allâh Teâlâ zâhirini mücâhede ve sünnete uymakla süsler."
Muhâsibî kendisinden sonraki mutasavvıflar üzerinde etkili olmuş, eserleriyle tasavvuf târihimizde derin izler bırakmıştır. Otuzu aşkın eseri günümüze ulaşmıştır. Muhâsibî'nin tasavvuftaki metodu, rûhî hayâtın gelişmesine etki eden tesirlerin sebep ve sonuçlarını inceleyen "tahlilci" bir metoddur. Nitekim onun "İbâdetin esâsı verâ, verânın esâsı takvâ, takvânın esâsı nefs muhasebesi, muhasebenin esâsı havf ve recâdır." sözü bu anlamda bir ölçüsüdür. "Muhâsibî" tasavvuf yolunda "nefs muhâsebesi"ni esas aldığı için bu adla meşhur olmuştur.
Muhâsibî ile çağdaş ve arkadaş olan ve Cüneyd Bağdâdî'nin dayısı ve üstadı bulunan Seriy Sakatî, tevhîd ve takvâ ilimlerinden bahseden sûfîlerin ilklerindendir. Önceleri ticâretle meşgul olan bu gönül adamı, daha sonra ticareti bırakarak kendini ibâdet ve zühde vermiştir. Onun tasavvuftaki en önemli özelliği, hakîkat ve tevhîdden ahvâl ve makâmâttan3 bahseden sûfîlerin ilklerinden olmasıdır. Kuşeyrî, Seriyy'i ilim ve hakîkati cem'eden beş kişiden biri olarak saymaktadır.
Ebû Hamza Bağdadî (ö.269/882) özel anlamda Bağdad tasavvufunda, genel olarak tasavvufta zikir safâsı, cem'-i himmet, muhabbet, aşk, kurb ve üns gibi kavramlardan ilk bahsedendir.
Ebu'l-Huseyn Nûrî (ö.295/907) tevhîd konusunu tenzih ve ittisal arası bir ifâde ile anlatan sûfîdir. Cüneyd ile çağdaş ve arkadaştır. Tevhîd konusundaki ince düşüncesi sebebiyle, zaman zaman sıkıntılı ithamlara da maruz kalmış olmakla birlikte, Nûrû'nin fikirleri, Hallaç ve benzerleri için bir ön hazırlık niteliği taşır. Sûfîlerin yanlış anlaşılabilecek bu tür bâzı sözlerini değerlendiren Ebû Nasr Serrâc, el-Luma' adlı eserinde onun fikirlerine özel bir bölüm ayırmıştır.4
Cüneyd Bağdadî (ö.297/909) Tasavvuf ve tarîkatlarda "ser-halka" kabul edilen müstesna sûfîlerden biridir. Daha önce temas ettiğimiz Nişabur mektebi mensubu "sekr ve mânevî sarhoşluğu" önde tutan Bâyezid-i Bistâmî'ye mukabil Cüneyd, "sahv ve temkin"in mümessili sayılır. Onun anlayışına göre insan ayıklık hâlinde nefsinin içinde neler olduğunu fark eder. Halbuki sekr hâli arttığında mes'ûliyetin kalkacağı bir konuma düşer. Sekr, kulun kalbine gelen ve aklını başından alan bir hâl ile olur. Sahv ise sekrden sonra gelen bir hâl olup, insanın elem veren şeyi ayırd etmesine, Hakk yolda elem vereni tercîh etmesine imkân veren bir durumdur.


___________
2.52. bk. Afifi, et-Tasavvuf, s. 101
3.Tezkiretül'-evliyâ, 330
4.bk., s 492-495



🖋 Yazar :WebMaster
Site Yöneticisi

12 Haziran 2008 | 10:02:02

Cüneyd, sâhip olduğu sistematik kafa yapısı sebebiyle, tasavvufun esaslarını yaymış ve geniş bir etki alanı oluşturarak, tesirini yıllar boyu sürdürmüştür. Cüneyd, tasavvufu "Hakk'ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir." diye tanımlarken insanın nefsini imhâ etmesi ve Hakk ile ve Hakk'ın irâdesiyle hareket etmesi anlamını kasdetmektedir. Bir başka târifinde Cüneyd: "Tasavvuf, insanlara uymamak için kalbi tasfiyedir." der.
Tabiî ahlâk ile yaşamak, beşerî sıfatları söndürmek, nefsi dâvalardan sakındırmak, rûhânî sıfatları benimsemektir.
Cüneyd, tasavvuf kavramlarından tevhîd konusunda söz söyleyen sûfîlerin ilklerindendir. "Tevhîd, kadîm ile hadîsin arasını tefrik etmektir. Allâh'ın ezeliyet sıfatında tek olduğunu; O'nun fiilini işleyen hiçbir şeyin mevcud olmadığını bilip ikrar etmektir.5 "En şerefli ve en yüce meclis, tevhîd meydanında düşünerek yapılan meclistir."6 Tevhîd yakînden ibârettir. Yâni halkın harekât ve sekenâtının, şeriki bulunmayan Allâh'ın fiili olduğunu bilmesidir. Bunu yapan Allâh'ı tevhîd etmiş olur. Tevhîd bilgisi, tevhîdin vücûduna zıddır. Tevhîdin vücûdu bilgisinden farklıdır, derken vecd ve cem' hâlinde Allâhdan başka birşey görmemek, sahv ve fark hâlinde ise âlemi Allâh saymamak anlayışını ifâde etmektedir. Cüneyd'in tevhîd konusundaki fikirleri Bayezid ve Hallâc'ınkilerden farklı bir konumdadır.
Bu dönemde fenâ ve bakâ kavramlarını ilk defa kullanan ve bu konuda bir eser kaleme aldığı tabakat müelliflerince ifâde edilen Ebû Saîd Harrâz (ö.277/890) aynı zamanda ilm-i bâtın konusunda söz söyleyenlerin ilkidir. Ancak bâtın ilmi konusunu ulu orta değil, belli bir süzgeçten geçirme lüzûmunu ifâde için "şerîatın zâhirine muhâlif olan bâtın ilminin her çeşidinin bâtıl olduğunu" söylerdi. "Fenâ dünyânın fânî olduğunu bilmek; bakâ âhiretin bâkî olduğunu kavramaktır." diye konuşurdu. Yâni onun anlayışına göre fenâ ve bakâ, kulun ubûdiyyetini görmekten fânî olması, amellerini görmemesi; bakâ Hakk'ın rubûbiyyetinde bâkî olması, Allâh'ın güzellik ve ihsânını görmesi, kulluk aczini kavramasıdır.
Bu dönemin en önemli ve en renkli şahsiyetlerinden biri de Hüseyn b. Mansûr Hallâc'dır. (ö.305/917) "Ene'l Hakk" (Ben Hak'ım) sözünü söylediği için zındıklık ithamıyla yargılanan Hallaç araya giren bâzı siyasî sebeplerin de etkisiyle idam edilen ilk sûfîlerdendir. Duygu ve düşüncelerini bazen şiir, bazen de nesirle ifâde etmiş ve onun "Tavâsin" adlı eseri özellikle çok tartışılmıştır. Hallâc'ın sözlerinde küfr kokusu duyanlar olduğu gibi, onun fikirlerini coşkun bir rûh hâlinin ürünü ve sekr, cezbe mahsulü şathiyyât olduğunu söyleyenler de vardır. Sûfîler genellikle Hallâc'ın fikirlerini benimsemiş ve tasavvuf târihi boyunca Hallac hep savunulmuştur. Mevlânâ onun idamını Hakk ile arasındaki ittihad sırrını açığa vurmasında arar ve onu övücü sözlerle yâd eder.

3- H. III ve IV. Asırlar'da Tasavvuf Yolları
Keşfu'l-Mahcûb müellifi Hucvirî bu asırların sûfîlerini oniki fırka olarak tasnif eder ve bu oniki fırkadan onunun yollarının doğru, ikisinin de yanlış olduğunu anlatır. Yanlış yollardan biri olarak da Hallâciyye ile Hulûliyye fırkasını sayar; makbul ve doğru saydığı fırkalar ile kurucuları ve özelliklerini şöyle sıralar:
a- Muhâsibîyye: Haris b. Esed Muhâsibî'ye nisbet edilen fırka olup "rızâ" kavramını makam değil, hâl saymasıyla tanınırlar.
b- Kassâriyye: Hamdûn b. Ahmed Kassâr'a bağlı bir fırka olup "melâmet" esasına dayanır. Melâmet; riyâdan titizlikle kaçınmak, ihlâsa önem vermek, hayrı gizleyip şerri gizlememektir. Hakk katında sıddîk olmak için, halk arasında zındık sayılmaktan korkmamak, şekil ve görünüşe fazla önem vermemektir.
c- Tayfuriyye: Ebû Yezid Tayfur b. İsâ Bistâmî'ye bağlı olan galebe ve "sekr" esasına dayalı bir sistemdir. Tayfuriyye, bakâdan çok fenâyı, farktan ziyâde cem'i, isbattan ziyâde mahvı, temkinden çok telvini, sahvden çok cezbe, sekr ve galebeyi, huzurdan çok gaybeti esas alan bir yoldur.
d- Cüneydiyye: Tarîkatlerde "Seyyidü't-tâife" ve ser-halka kabul edilen Cüneyd Bağdadî'nin "sahv ve temkin" esası üzere kurduğu yolun adıdır.
e- Nûriyye: Ebu'l-Hüseyn Ahmed b. Muhammed Nûriye izâfe edilen yoldur. Bu yolun temel vasfı îsârdır. Kur'ân'daki "ihtiyaç sâhipleri oldukları hâlde kardeşlerini kendilerine tercîh edenler"7 âyetini esas alarak kardeşini kendine tercîh etmektir. Arkadaşlarıyla birlikte yargılanıp idama mahkûm olan Nûrî, celladın: "Önce kimin boynunu vurayım?" sorusuna ileri atılıp " Benim" cevâbını vermiştir. "Neden böyle yaptın?" diyenlere de: "Arkadaşlarımın biraz daha fazla yaşamasını sağlamak için (îsâr)" cevâbını verince, hem kendini, hem de arkadaşlannı kurtarmaya vesîle olmuştur.
f- Sehliyye: Sehl b. Abdullah Tusterî'ye bağlı olan yolun adıdır. Sehl'in yolunun esası "nefsle mücâhede", riyâzat ve çiledir.
g- Hakîmiyye: Ebû Abdullah Muhammed b. Ali Tirmizî'nin yolunun adıdır. Hakîm Tirmizî diye meşhur olan bu zatın yolunun temel vasfı "velâyeti isbattır".
h- Harrâziyye: Ebû Sâit Harrâz'a nisbet edilen yoldur. "Fenâ ve bakâ" kavramından tasavvufî anlamda ilk defa bahseden odur. O'nun târifine göre: "Fenâ, kulun ubudiyeti görmesinden fânî olması; bakâ, kulun ulûhiyyetin tecellîyatı ile bakî olmasıdır."
i- Hafîfiyye: Ebû Abdullah Muhammed b. Hafîfe bağlı olan tarîkattır. Yolun esası "gaybet ve huzur "dur. Gaybet kendinden geçmektir. Kendinden geçen Hakk'ın huzurunda olur. Hakk'ın huzurunda olan kendinden geçmiştir. Kendinden geçmeden Hakk'ın huzurunda olmak mümkün değildir. Bu yüzden her huzur gaybet, her gaybet huzurdur. Biri olmadan diğeri olmaz. Gaybet başlangıç, huzur nihâyettir.
j- Seyyâriyye: Ebû Abbâs Seyyârî'ye izâfe edilen bir yol olup, esası "cem ve tefrik" kavramları üzerinedir. Cem, kulun her şeyi Allâh'da bilerek halkı yok, Hakk'ı var görmesi, fark ise kulun kulluk sıfatıyla Hakk'ı ve halkı ayrı ayrı varlıklar olarak görmesidir.
Tasavvufta daha sonraki yaygın anlamıyla olmasa bile, tarîkat kelimesinin III. ve IV. asırlarda kullanılmaya başladığı görülmektedir. Eser veren müellif mutasavvıflar gibi, eser vermeyen fakat talebe yetiştiren, sözleri ve uygulamaları nesilden nesile ananevî olarak intikâl eden bâzı önemli şahsiyetler de bu dönemde yetişmiştir.

4- H. V., M. XI. Asırda Tasavvuf
V. Hicrî (XI. m.) asır, Bağdad'da bulunan Abbasî hilâfetinin siyasî nüfûzunun azaldığı İslâm dünyâsının doğu bölgelerinde Büyük Selçuklularla, diğer bâzı beyliklerin Mısır'da Fâtımîlerle, Endülüs'te Emevîlerin hakîm olduğu yıllardır.
Bu asır, çok değişik yapıya sâhip mutasavvıfların yetiştiği bir dönemdir. IV. hicrî (X.m.) asırda doğup, V. asırda vefât eden başlıca sûfîler şunlardır:
Ebû Ali Dekkâk, Kuşeyrî'nin kayınpederi ve üstadı olan bu sûfî IV. asırda doğup V. aşırın başında Nişabur'da vefât etmiştir. (ö.405/1014)
Ebû Abdurrahman Sülemî (ö.412/1021), bu devirde yaşayan sûfîlerin en ünlülerinden biridir. Eserleri ve tesirleri açısından kendisinden önceki Muhâsibî'ye benzer. İlk sûfî tabakatını o yazmıştır. Kur'ân'a yazdığı tasavvufî tefsir, sahasının ilklerindendir. İsfahânî ve Kuşeyrî gibi sûfîlerin yetişmesini sağlamıştır.
Harakân'da yetişen ve Bâyezid Bistâmî'den Üveysî yolla feyz alan Ebu'l-Hasan Harakânî (ö.425/1034), Bâyezid gibi cezbeli, halktan uzleti tercîh eden halvet ehli sûfî özelliğindedir. Baba Tâhir Üryan ise tasavvufî heyecanını şiir ve rubâileriyle anlatan bir gönül adamıdır.
Ebû Nuaym İsfehânî (ö.430/1038), muhaddis ve sûfî kimliği ile Hz. Peygamber ve ashâbından başlayarak en geniş zâhid ve sûfî tabakatını kaleme alan mutasavvıftır. Sülemî'nin talebesi, Kuşeyrî'nin de hocasıdır.


___________
5. Risale, 28 vd.
6.Risale, 47 vd
7.el-Haşr, 59/9



🖋 Yazar :WebMaster
Site Yöneticisi

12 Haziran 2008 | 10:02:25

Ebû Saîd Ebu'l-Hayr (ö.440/1048), âşık tabiatlı, sohbete önem veren ve halkın arasına çok karışan, celvet ehli bir mutasavvıftı. Vahdet-i vücûd anlayışını yaymaya çalışan, tekke ve dergâhların ihvanının âdâb ve yönetimine dâir ilk prensipleri vaz' eden kişi olarak tanınır. Ebû Saîd Ebu'l-Hayr'ın Esrâru't-tevhîd adında bir eseri vardır.8
Ebû Saîd Ebu'l-Hayr'ın akranı olan Ebu'l-Kâsım Cürcânî (ö.450/1058) de bu devirde yetişen sûfîlerdendir. Cürcânî, Ebu'l-Hasan Harakânî'nin talebesidir.
Bu devirde yetişen âbide şahsiyetlerden biri de Ebu'l-Kâsım Abdülkerim Kuşeyrî'dir (ö.465/1072) er-Risâle adıyla meşhur eseri, tasavvuf klasikleri arasında önemli bir yere sâhiptir. Kuşeyrî ifrat ve tefritten uzak, mûtedil bir tasavvuf cereyanının mümessilidir. Letâifü'l-İşârât adlı eseri de işârî tefsirin ilklerindendir.
Kuşeyrî'nin çağdaşı ve arkadaşı Hucvirî Keşfü'I-Mahcûb adlı Farsça eseriyle bu dönemde tasavvufî yorumlarda önemli bir yere sâhiptir. Kuşeyrî'nin ve Cürcânî'nin talebesi sayılan Ebû Ali Farmedî (ö.477/1085), İmam Gazzâlî'nin mürşidi olarak önemli bir kişiliğe sâhiptir.
Sülemî'nin Tabakâtu's-Sûfiyye'sini, onda bulunmayan bâzı şahısları da ilâve ederek Farsçaya çeviren Ensârî (ö.481/1088), Menâzilü's-Sâirîn adlı Arapça eserinde hâl ve makamları tasnif etmiştir. Bu eser hâller ve makamlar konusunda bu tertib şekliyle yazılan ilk eserlerdendir. Daha sonra bu esere pek çok şerh yazılmıştır.
Ebû Bekr Nessâc Tûsî (ö.487/1094), Ebu'l-Kâsım Cürcânî'nin talebesi, Ahmed Gazzâlînin şeyhidir.
İmam Gazzâlî, şeriata bağlılığı, kelâm ve felsefe gibi diğer ilimlerdeki derinliği ile tanınan bir sûfîdir. Uzun yıllar Nizâmü'l-Mülk'ün yaptırdığı medresede müderrislik yapmış ve ardından Ebû Ali Farmedî'ye intisab ile tasavvuf yoluna sülûk etmiştir. Ebû Ali Farmedî, Nakşî ve Yesevî silsilelerinde yer alan Yusuf Hemedânî'yi de yetiştiren ünlü bir sûfîdir. Gazzâlî'nin İhya ve Kimyâ-i Saâdet adlı eserleri ile el-Münkızü mine'd-Dalâl'i tasavvufun şaheserleridir.
Bu yılların farklı bir sîmâsı, İmam Gazzâlî'nin küçük kardeşi Ahmed Gazzâlî (ö.520/1126)'dir. Ahmed Gazzâlî, İmam Gazzâlî'nin mârifet, ilim ve şer'î hükümlerle ahlâka önem veren anlayışına mukabil, aşk, vecd ve cezbeye önem veren bir tasavvufî, anlayışa sâhiptir.9
Ahmed Gazzâlî'nin talebeleri sayılan Aynül-Kudât Hemedânî, onun görüşlerini birtakım şatahât türü taşkın ifâdelerle geliştirmiş ve bu yüzden tâkîbata uğrayarak idam edilmiştir. Şeyhu'l-İslâm lakabı ile ünlü Ahmed en-Nâmekî el-Câmî (ö.536/1141) bu asrın ünlü sûfîlerinden olup tarîkatı, günahkârları tevbeye sevketmek olarak gören ve emr-i bi'1-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münkere önem veren bir anlayışın sâhibiydi.
Gazzâlî'nin pirdaşı sayılan sûfîlerden biri de Yûsuf Hemedânî'dir. Hânefî mezhebinden olan Hemedânî, Farsça yazdığına bakılırsa Tacik asıllı olmalıdır. Gerek Ahmed Yesevî'nin gerekse Nakşî silsilesinde yeralacak olan Abdülhalık Gucduvânî (ö.595/1199)'nin yetişmesini sağlamış olan Hemedânî'nin Horasan ve Mâverâünnehir tasavvufu üzerinde güçlü bir etkisi görülmektedir.
H.V., M.XI. Asır, daha önceki asırlara göre tasavvufun şiirle ifâde edilmeye başlandığı dönemdir. Daha önce her türlü sanat endişesinden uzak olan tasavvuf şiiri, bu asırdan îtibâren mecaz, kinaye, teşbih ve istiâre gibi edebî sanatlarla süslü tasavvufî remz ve mazmunları taşıyan sanat eserleri hâline dönüşmeye başlamıştır. Özellikle İran'da yetişen şâirlerin çoğu şiirlerinde tasavvufî sembolleri ve mazmunları kullanmışlardır. Sûfîlerin şür ve edebiyata ilgi duymaları gâyet tabiîdir. Çünkü tasavvuf her ne kadar bir kalb ve gönül işi ise, şiir de o kadar duygu ve gönül işidir. Gönül ve duygu dünyâsının tercümanı şiirdir.
Bu devir, sûfîlerin genellikle eserleriyle tasavvufu savundukları ve ehl-i sünnet çizgisinde bir tasavvufu hâkim kılmaya çalıştıkları ve mezheb tartışmalarına girmedikleri bir dönemdir. Sûfîlerin münzevî hayâtları ve nezih tavırları, halkın ve idarecilerin sevgisini kazanmalarını sağlamıştır. Nitekim bu devrin sûfîlerinden Ebu'l-Hasan Harakânî'ye Gazneli Sultan Mahmud'un büyük bir saygı duyarak ve Rey şehrindeki hankâhında kendisini ziyaret etmesi10 ve Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in Hemedan'da bulunan Baba Tahir Uryan'ı ziyareti bunu teyid eder.


* Kaynak: Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar; Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ; Ensar Neşriyat


___________
8.Kasım Ganî, Târîhu't-tasavvuf, s. 670
9.bkz. İbnü'l-Cevzî, el-Muntazam, ıx, 260; İbn Hallikan, Vefeyât, 1,97, DİA11.70
10.Tezkiretü'l-Evliyâ, s. 668-670



🖋 Yazar :WebMaster
Site Yöneticisi



Powered by phpBB © 2001, 2005 phpBB Group