Cuma namazı dört rekât ilk sünnet, iki rekât farz ve dört rekât son sünnet
olmak üzere on rekâttır.
Cuma günü camide öğle namazı vaktinde cemaatle kılınır.
Önce ilk sünnet tıpkı öğle namazının ilk sünneti gibi kılınır. Sünnetin ardından
imam-hatip minbere çıkarak oturur. Müezzin, iç ezanı okur. Ezandan sonra
imam-hatip kalkarak iki kısımdan oluşan hutbeyi okur. Hutbede cemaati dinî
konularda bilgilendirici ve yönlendirici konuşma yapar. Hutbe okunduktan sonra
imam-hatip minberden inerek cemaatin önüne geçer ve cemaate iki rekât Cuma
namazı kıldırır.
İmam-hatip, Cuma namazının farzına ve cemaate imam olmaya, cemaat de Cuma
namazına niyet eder. Tıpkı cemaatle kılınan sabah namazı gibi iki rekât Cumanın
farzı kılınır.
Cuma namazında imam-hatip, Fatiha ve zamm-ı sûreyi sesli olarak okur.
Cuma namazının farzı kılındıktan sonra, cumanın son sünneti kılınır. Bu sünnet,
öğlenin ilk sünneti gibi kılınır. Böylece Cuma namazı tamamlanmış olur.
A) DİNDEKİ YERİ ve HÜKMÜ
Cuma namazı farz-ı ayındır. Farz olduğu, Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir.
Kur'ân-ı Kerîm'in 62. sûresi, cuma namazından bahsettiği için Cuma sûresi olarak
adlandırılmıştır. Bu sûrede yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırılınca Allah'ı anmaya (namaza) koşun ve
alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz
kılınınca yeryüzüne yayılın da Allah'ın lutfunu arayın ve Allah'ı çok çok anın
ki felah bulasınız" (el-Cum`a 62/9-10).
Hadis kitaplarında gerek cuma namazının fazileti, gerekse kuvvetli bir farz
olduğu ve bu namazı özürsüz olarak terketmenin büyük günah sayıldığı konusunda
sahih hadisler bulunmaktadır.
"Allah, önemsemediği için üç cumayı terkeden kimsenin kalbini mühürler" (Ebû
Dâvûd, "Salât", 204; İbn Mâce, "İkametü's-salât", 93; Tirmizî, "Cum`a", 7; Nesâî,
"Cum`a", 2) ve
"Birtakım kimseler, ya cuma namazını terketmekten vazgeçerler ya da Allah
onların kalplerini mühürler ve artık onlar gafillerden olurlar" (Müslim,
"Cum`a", 12; Nesâî, "Cum`a", 2).
Hz. Peygamber'in cuma namazını ilk defa hicret esnasında, Medine yakınlarındaki
Rânûnâ vadisinde Sâlim b. Avf kabilesini ziyaretleri sırasında oradaki
namazgâhta kıldırmış olduğu bilginlerce kabul edilmektedir. Öte yandan,
kaynaklarda daha hicretten önce Es`ad b. Zürâre'nin Medine'de cuma namazı
kıldırdığı kaydedilmektedir. Bu durum karşısında cuma namazının ne zaman farz
kılındığı hususunda iki farklı rivayet ve görüş ortaya çıkmıştır. Bunlardan
birincisine göre cuma namazı Mekke'de farz kılınmış olmakla birlikte müşriklerin
baskıları yüzünden orada kılınamamıştır. Diğer rivayete göre, cuma namazı hicret
esnasında farz kılınmıştır ve ilk cumayı Hz. Peygamber Rânûnâ vadisinde
kıldırmıştır. Bu rivayeti benimseyenlere göre, Es`ad b. Zürâre'nin cuma namazı
kıldırması uygulaması farz değil, nâfile hükmü kapsamındadır.
Bütün müctehidlere göre cuma namazı farz-ı ayın olup, Resûlullah zamanından
itibaren farklı görüş açıklanmadığı için, bu hususta icmâ meydana gelmiştir.
Cuma namazı, cuma günü öğle namazı vaktinde kılınan ve farzı iki rek`at olan bir
namazdır. Bu namazdan önce hatibin hutbe okuması namazın sıhhat (geçerlilik)
şartlarındandır. Cuma namazı o günkü öğle namazının yerini tutar.
B) CUMA NAMAZININ ŞARTLARI
Cuma namazının farz olabilmesi için belli birtakım şartların gerçekleşmiş olması
gerekir. Bu şartlar vücûb şartları ve sıhhat şartları olmak üzere iki çeşittir.
Vücûb şartları, cuma namazı kılmakla yükümlü olmanın şartlarıdır; sıhhat
şartları ise kılınan namazın sahih yani geçerli olmasının şartlarıdır. Sıhhat
şartları yerine cuma namazının edasının şartları da denilir.
Aşağıda vücûb şartları ve sıhhat şartları ayrı ayrı sayılıp açıklanacaktır.
Ancak, dikkat edilmelidir ki, aşağıda sıhhat şartları arasında sayılacak
şeylerden üçü (ki bunlar; a) Vaktin girmiş olması. b) Devlet başkanının hazır
bulunması veya izni ve c) Bulunulan yerin şehir veya şehir hükmünde olmasıdır),
esasen hem vücûb hem sıhhat şartlarıdır. Zira bu şartları ileri sürenlere göre
bunlardan biri bulunmadığında cuma namazı kişiye farz olmayacağı gibi, kılması
halinde geçerli de olmaz.
a) Cuma Namazının Vücûb Şartları
Bir kimseye cuma namazının farz olması, o kimsede vakit namazlarının farz olması
için aranan şartlardan başka şu şartların da bulunmasına bağlıdır:
1. Erkek olmak
Cuma namazı erkeklere farz olup kadınlara farz değildir. Bu konuda bütün
fakihler görüş birliği etmiştir. Fakat kadınlar da camiye gelip cuma namazı
kılsalar, bu namazları sahih (geçerli) olur ve artık o gün ayrıca öğle namazı
kılmazlar.
Cuma namazı kılmayı emreden âyet genel içerikli olduğu halde kadınların niçin
cuma namazı kılmadıkları hatıra gelebilir. Çok fazla teknik ayrıntıya girmeden
bir iki nokta üzerinde durarak bu konuya açıklık getirmeye çalışalım. Burada
gözden kaçırılmaması gereken hususların başında konunun Arap dilinin özelliği
ile ilgisi gelmektedir. Arap dilinde erkek ve kadına yapılan hitap kalıbı
birbirinden farklıdır. Kadınlara yapılan hitabın içinde erkeklerin bulunması,
dilin yapısı bakımından imkânsızdır. Kadınlara yapılan hitap, sadece ve sadece
kadınlara yapılmış bir hitaptır. Buna mukabil, erkeklere yönelik hitabın
kapsamına kadınların girip girmediği, yani bu hitabın kadınlara da yönelik olup
olamayacağı, dilciler arasında tartışmalı bir konudur.
Kimi dilciler erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınların girmediğini,
kimileri de girdiğini söylemişlerdir. Dilcilerin bu farklı iki kanaati,
usulcülerin, o tür âyetlerin, yani erkeklere yönelik hitap içeren âyetlerin
anlaşılmasında ister istemez etkili olmuştur. Kimi usulcüler, erkeklere yönelik
hitabın içerisine kadınların dahil olmadığı yönündeki anlayışı kabul etmişler ve
âyetleri bu doğrultuda anlamlandırıp, onlardan hüküm çıkarmışlardır. Bu anlayışa
göre, erkeklere yönelik hitabın içerisine kadınlar dil kuralları gereği,
girmezler. Fakat bazı dil dışı karîneler sebebiyle, erkeklere yönelik hitaba
kadınlar da dahil olur. Bu dil dışı karînelerin başında, getirilen hükmün anlamı
ve mahiyeti ile bu hükmün içerik bakımından erkek-kadın farkı dikkate alınacak
türden olup olmadığı gelmektedir. Bu farklılık, tabii ki bir cinsiyet
ayırımından değil, aksine fizikî yapı ile toplumsal statü ve buna bağlı olarak
haklar ve sorumluluklar dengesinden kaynaklanan bir farklılıktır.
Kimi usulcüler ise dilcilerin öteki kanaatini esas alarak ve kural olarak,
erkekler hitabının içerisine kadınların da girdiğini, fakat cuma namazı gibi
bazı konularda, birtakım haricî karîneler ile kadınların hitap kapsamı dışında
tutulacağını ileri sürmüşlerdir. Kadınların hitap kapsamı dışına alınmasına
gerekçe olan hâricî karîneler cümlesinden olmak üzere, o dönemdeki kadın
telakkisi, kadının ailedeki görev ve sorumluluklarına ve cemaat kavramı ve
dayanışması içerisinde kadınların yerine ilişkin anlayış gösterilebilir. Her
hâlükârda, kadınların cuma namazı kılmakla yükümlü olup olmadıkları meselesi,
sonucu bakımından dinî bir mesele olmakla beraber, bu sonuca ulaşmanın başlangıç
ve hareket noktası bakımından öncelikle bir dil ve teâmül meselesidir. Bu
itibarla, meseleyi tabii zemininin dışına çıkarıp abartmak ve Türkçemizde
erkeklere hitap ile kadınlara hitap arasında dilin yapısı bakımından böyle bir
ayırımın bulunmayışının sağladığı rahatlıktan yararlanarak "Allah, 'Ey
inananlar, cuma için çağrı yapıldığı vakit, zikre yani cuma namazına koşun'
diyor, kadınlar da inananlar grubunda olduğuna göre onların da gitmesi gerekir"
demek, kolaycılık olması bir yana meseleyi saptırmak anlamına gelir ve bu tutum
yarar yerine zarar verir. Belirtmek gerekir ki, dilcilerin ve bağlı olarak
usulcülerin görüşlerinden her ikisine göre de, başlangıçtan beri kadınların cuma
namazı ile mükellef olmadıkları sonucuna ulaşılmıştır. Hâricî karîneler
meselesini tüm detaylarıyla burada açıklamak yerine, bahsedeceğimiz ikinci nokta
çerçevesinde ele almak yeterli olacaktır.
Bu meselede dikkate alınması gereken ikinci nokta, Hz. Peygamber'in uygulamasına
ve on dört asırlık geleneğin durumuna bakılmasıdır. Hz. Peygamber'in, kadınları
cuma namazı kılmakla yükümlü tutup tutmadığının bilinmesi, başlı başına
bağlayıcı olmasının yanında, aynı zamanda, belirleyici bir karîne değerine de
sahip olacaktır. İlk dönemlere ilişkin bütün literatür, kadınların zaman zaman
cuma namazına katıldıklarını, fakat Hz. Peygamber'in kadınları cuma namazı
kılmakla yükümlü tutmadığını çok açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ayrıca Hz. Peygamber'in cuma namazının kadın, çocuk, hasta ve köle dışında,
cemaat içerisinde bulunan her müslümana farz olduğunu bildiren bir sözü de
bulunmaktadır (Ebû Dâvûd, I, 280; Hâkim, I, 425). Hz. Peygamber'in bu söz ve
uygulaması, kadınların genel hitap içerisinde yer aldığı görüşünü öne sürenler
tarafından hâricî bir karîne olarak değerlendirilmiş ve âyetin genel ifadesini
daralttığı söylenmiştir.
Öte yandan, on dört asırlık süreç içerisinde, kadınların cuma namazı kılması
gerektiğini söyleyen hiçbir âlim çıkmamıştır. Bu durum, kadınların cuma namazı
kılmakla yükümlü olmadıkları konusunda bir icmâ gerçekleştiğini göstermektedir.
Fakat bizim asıl söylemek istediğimiz böyle bir icmâın bulunması değil, belki
ilâve olarak, hiçbir toplumda, hiçbir kültürde ve Sünnî veya gayr-i Sünnî hiçbir
mezhepte farklı bir görüşün ortaya çıkmamış olmasıdır.
Dinin ve dindarlığın simgesi olan ve belli bir biçimsellik hatta sembolizm
taşıyan ibadetler, zaman ve zemin değişmesinden etkilenmezler. Bu onların
mahiyetinden ileri gelir. Çünkü salt ibadet olan merasimlerin değişmesi, bir
anlamda dinin değişmesi, yozlaşması sonucuna götürür. Salt ibadet olmamakla
birlikte genel anlamda ibadet içerikli konularda bir ihtiyat payı ile hareket
etmek uygun olmakla birlikte, uygulamasında birtakım güçlükler ortaya çıkmışsa
veya uygulanması, konuluş espri ve amacıyla çelişir hale gelmişse, bu takdirde
özü korumak üzere lüzumlu yeni düzenlemelerin yapılması gerekli hale gelebilir.
Sonuç olarak, kadınların cuma namazı kılması konusunda bir serbestlik vardır;
müsait zaman ve zemin bulan kadınlar cuma namazı kılabilirler. Bu durum, dinin
onlara tanıdığı bir muafiyettir. Dinî yükümlülükten muafiyetin ayırım olarak
algılanmasının yanlışlığı kadar böyle bir ilâve yükümlülüğün kadınlara ne
kazandıracağı hususu da üzerinde düşünülmeye değer bir husustur. Fakat cuma
namazını kadınlara farz haline getirerek onları cuma namazı kılmaya mecbur
etmek, hiçbir sebeple olmasa bile, asırlarca süregelen geleneği gereksiz yere ve
haksız olarak hiçe saymak olduğu için yanlıştır ve asılsızdır.
2. Mazeretsiz Olmak
Bazı mazeretler, cuma namazına gitmemeyi mubah kılar ve böyle bir mazereti
bulunan kişiye cuma namazı farz olmaz. Fakat böyle kimseler de kendilerine cuma
namazı farz olmadığı halde, bu namazı kılarlarsa namazları sahih olur ve artık o
gün ayrıca öğle namazı kılmazlar.
Cuma namazına gitmemeyi mubah kılan belli başlı mazeretler şunlardır:
1. Hastalık. Hasta olup cuma namazına gittiği takdirde hastalığının artmasından
veya uzamasından korkan kimse cuma namazı kılmakla yükümlü olmaz. Yürümekten
âciz durumda bulunan çok yaşlı kimseler de bu konuda hasta hükmündedirler. Cuma
namazı için camiye gittiği takdirde hastaya zarar geleceğinden korkan hasta
bakıcı için de aynı hüküm geçerlidir. Mikrobik ve bulaşıcı hastalıklara
yakalanmış kimseler de cuma namazına gelmeyebilirler.
2. Körlük ve kötürümlük. Kör (âmâ) olan bir kimseye, kendisini camiye
götürebilecek biri bulunsa bile, Ebû Hanîfe, Mâlikîler ve Şâfiîler'e göre, cuma
namazı farz değildir. Hanbelîler'le, Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise, kendisini
camiye götürebilecek biri bulunan âmâya cuma namazı farzdır. Kendisini camiye
götürebilecek kimsesi bulunmayan âmâya ise, bütün bilginlere göre cuma namazı
farz değildir. Ayakları felç olmuş veya kesilmiş kimselerle yatalak hastalara da
cuma namazı farz değildir.
3. Uygun olmayan hava ve yol şartları. Cuma namazına gittiği takdirde kişinin
önemli bir zarara veya sıkıntıya uğramasına yol açacak çok şiddetli yağmur
bulunması, havanın çok soğuk veya sıcak olması veya yolun aşırı çamurlu olması
gibi durumlarda cuma namazı yükümlülüğü düşer.
4. Korku. Cuma namazına gittiği takdirde malı, canı veya namusunun tehlikeye
gireceğine dair endişeler taşıyan kimseye de cuma namazı farz değildir.
Cuma namazının farz olması için bu iki şartın (erkeklik ve mazeretsizlik)
bulunması gerektiği hususunda fakihler görüş birliği içindedirler. Bundan
sonraki şartlarda ise fakihler arasında görüş farklılıklarına rastlanır.
3. Hürriyet
Hür olmayan kimseler yani köle ve esirler, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre,
cuma namazı ile yükümlü değildir. Esasen bu şartın konulmasının altında, kölelik
uygulamasının devam ettiği dönemlerde, kölenin efendisine karşı sorumluluklarını
tam ve eksiksiz olarak yerine getirmesi düşüncesi yatar. Cuma namazının kölelere
farz olmadığını söyleyen fakihler bu hükmü, kölenin görev ve sorumluluğu
konusundaki anlayış üzerine kurmuşlardır. Buna göre köle, tüm zamanını
efendisine tahsis etmek durumundadır. Cuma namazı kılmakla yükümlü tutulacak
olursa, efendisine karşı görevini aksatmış olacak ve bu sebeple efendisinden
azar işitecek ve belki de ceza görecektir. Hz. Peygamber, kölenin cuma namazı
kılması gerekmediğini söylerken, toplumda kölelerin statüsü konusundaki hâkim
anlayışı dikkate almıştır. Zâhirîler, toplumsal olguyu dikkate almadıkları için,
cuma namazı kılmak için hür olma şartını aramamışlardır.
Bu yönüyle düşünüldüğü zaman, hürriyet şartının hangi anlam üzerine getirildiği
ve bu şartın hapis yattıkları için hürriyetleri kısıtlama altına alınmış olan
kimselerle alâkası olmadığı anlaşılır. Bu bakımdan hapiste olan kişilerin, cuma
namazı kılmalarına, fizikî şartlar ve bazı imkânların eksikliği dışında bir
engel bulunmamaktadır. Mahpusların cuma namazı kılabilmeleri için fizikî
şartların hazırlanması ve gerekli düzenlemenin yapılması istenebilir. Cuma
namazının kılınacağı yerin herkese açık olması (izn-i âm) şartı, özel durumundan
dolayı hapishaneyi içine almaz.
4. İkamet
Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre cuma namazının vâcip olması için, kişinin cuma
namazı kılınan yerde ikamet ediyor olması gerekir. Bu bakımdan cuma namazı dinen
yolcu sayılan (seferî) kimselere farz değildir. Zührî ve İbrâhim Nehaî gibi bazı
müctehidlere göre yolcu seyir halindeyken değil de, cuma namazı kılınan yerde
konaklamış halde iken, orada kaldığı sürece cuma namazı kılmakla yükümlüdür.
Zâhirîler'e göre ise cuma namazı yolculara da farzdır.
b) Cuma Namazının Sıhhat Şartları
1. Vakit
Cuma namazı, Hanbelîler'in dışındaki müctehidlere göre, cuma günü öğle namazı
vaktinde kılınır; öğle namazının vaktinden önce veya sonra kılınması sahih
değildir. Hanbelîler'e göre ise cuma namazı, cuma günü, güneşin bir mızrak boyu
yükselmesinden itibaren öğle namazının vakti çıkıncaya kadar kılınabilir.
2. Cemaat
Cuma namazı ancak cemaatle kılınan bir namaz olup münferiden, yani tek başına
kılınamaz. Bunun yanı sıra diğer farz namazlarda imamla birlikte bir kişinin
bulunması cemaat için yeterli olduğu halde, cuma namazında cemaat olabilmek için
daha fazla kişinin bulunması, yani cemaati oluşturanların belli bir sayının
altında olmaması gerekir. Cuma namazı kılabilmek için gerekli asgari sayının kaç
olduğu hususunda farklı görüşler bulunmaktadır. Hanefî mezhebinde, İmam Ebû
Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, cuma namazı için imamın dışında en az üç kişinin
daha bulunması şarttır. Bunlar yolcu veya hasta da olsalar bu şart yerine gelmiş
sayılır. İmam Ebû Yûsuf'a göre ise, imamın dışında en az iki kişinin bulunması
gerekir.
Cuma namazının geçerli olması için, cemaatin sayısı, İmam Ebû Hanîfe'ye göre en
azından birinci rek`atın secdesine kadar aranılan asgari sayının altına
düşmemeli, hiç değilse bu süre içinde imamla birlikte hazır olunmalıdır. Ebû
Yûsuf ve Muhammed'e göre iftitah tekbiri alınıncaya kadar, Züfer'e göre ise
ikinci rek`attan sonra teşehhüt miktarı oturuncaya kadar hazır bulunulmalıdır.
Cemaati oluşturan kişiler daha önce dağılırlarsa cuma namazı geçersiz olur, yeni
baştan öğle namazını kılmak gerekir.
Şâfiî'ye göre ise, bir yerde cuma namazı kılabilmek için akıllı (âkıl), bulûğa
ermiş (ergen, bâliğ), hür, erkek, mukim ve oraya yerleşmiş olan en az kırk
yükümlünün bulunması şarttır. Buna göre, bir yerde kırk kişi bulunsa da, bu kırk
kişiden bir kısmı köle, kadın veya yolcu olsa, ya da ticaret veya öğrenim görme
gibi bir amaçla orada bulunuyor olsalar, bu kimselerden oluşan kırk kişiyle cuma
namazı kılınamaz. Ayrıca, bu kırk kişinin hepsi veya bir kısmı, yazın veya kışın
ya da her iki mevsimde göç eden göçebelerden oluşuyorsa, bu durumda da, cuma
namazı eda edilemez. Hatta bu kırk kişinin içinde Fâtiha sûresini okuyamayan bir
ümmî bulunsa bu kimse sayıdan düşürülür ve bu durumda sayı kırktan aşağıya
indiği için, bu kimselerle de cuma namazı sahih olmaz. Ancak Fâtiha sûresini
okumayı öğrenmek için gayret gösterdiği halde bunu henüz başaramamış kimseler
sayıya dahil edilir. Cuma namazını kıldıran kişinin yolcu olması durumunda,
kendi dışında kırk kişinin bulunması gerekir. Ayrıca, bu mezhebe göre, namazın
herhangi bir bölümünde veya hutbe esnasında sayı kırktan aşağıya düşerse namaz
fâsid olur. Hanbelîler'in görüşü de genel hatlarıyla Şâfiî mezhebinin görüşü
gibidir.
Mâlikî mezhebinde meşhur ve tercih edilen görüşe göre, cuma namazı için cemaatin
imamdan başka en az on iki kişi olması şarttır. Ancak İmam Mâlik'ten bu konuda
kesin bir sayı belirlemeksizin, kırk kişiden az sayıda olan bir cemaatle cuma
namazı kılınabilirse de üç dört kişi gibi az bir sayı ile kılınamayacağı yönünde
bir görüş de nakledilmektedir. Mâlikîler'e göre cuma namazında imamın mukim
olması şarttır.
Bu görüşlerin dışında, Taberî'nin cuma namazı için imamdan başka bir kişinin
bulunmasının yeterli olacağına dair bir görüşü olduğu gibi, bu sayıyı en az
dört, yedi, dokuz, yirmi, otuz ve seksen olarak belirleyen ictihadlar da
bulunmaktadır.
3. Şehir
İslâm bilginleri cuma namazı kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde bir
yerleşim birimi olmasını şart koşmuşlardır. Fakat gerek bu şartın ayrıntıları
konusunda gerekse bir yerleşim biriminde birden fazla yerde cuma namazı kılınıp
kılınamayacağı hususunda görüş ayrılıkları vardır.
Hanefîler'e göre, cuma namazı kılınacak yerleşim biriminin şehir veya şehir
hükmünde bir yer olması ya da böyle bir yerin civarında bulunması gerekir. Bir
yerleşim biriminin hangi durumda şehir hükmünde sayılacağı hususunda farklı
rivayetler bulunmaktadır. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan (müftâ bih) görüşe
göre bu kriter "en büyük camisi orada cuma namazı ile yükümlü bulunanları
alamayacak kadar nüfusa sahip olma" şeklinde belirlenmiştir. Bazı yazarlarca bu
kriter, bir yöneticisi olan yerleşim birimi olarak ifade edilmiştir. Şehrin
civarı ifadesiyle de bu şartlardaki yerleşim birimlerinin yakınlarında bulunan
mezarlık, atış alanları ve çeşitli gayelerle toplanmak için hazırlanan sahalar
ve bu uzaklıktaki yerler kastedilmektedir.
Kaynaklarda geçen bu şehir ifadesinin günümüzde, büyük veya küçük yerleşim
birimi olarak anlaşılması gerektiği, bu bakımdan farzı eda edecek sayıda
cemaatin yerleşik bulunduğu köy, belde gibi tüm birimlerde cuma namazının
kılınabileceği bilginlerce kabul edilmektedir.
Mâlikîler'e göre cuma namazı kılınacak yerin, insanların devamlı oturdukları
şehir, köy vb. bir yerleşim birimi veya buraların civarında bir yer olması
gerekir. Bu bakımdan çadır vb. barınaklardan oluşan ve geçici olarak oturulan
yerlerde cuma namazı kılınamaz. Mâlikîler ayrıca, cuma namazı kılınacak yerde
cami bulunmasını da şart koşmuşlardır.
Şâfiîler'e göre de, cuma namazının insanların devamlı olarak oturdukları bir
şehir veya köyün sınırları içinde kılınması gerekir. Çölde veya çadırlarda
yaşayanlar, yani belli bir yerleşim birimi içinde oturmayanlar sayıca ne kadar
çok olurlarsa olsunlar orada cuma namazı kılamazlar.
Hanbelîler'e göre ise, cuma namazının kılınabileceği yerin en az kırk kişinin
devamlı olarak oturduğu yer olması şarttır.
4. Cami
Bir yerleşim biriminde birden fazla yerde cuma namazı kılınıp kılınamayacağı
konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Bütün mezhepler bir şehirde kılınan
cuma namazının mümkün olduğunca bir tek camide kılınması gerektiği üzerinde
durmuşlardır. Cuma, toplanma, bir araya gelme gibi anlamlar içerdiğinden, bu
şart da esasen toplanma, bir araya gelme ve bu suretle birlik ve bütünlük
oluşturma esprisiyle ilgilidir. Bu espriyi her zaman canlı tutmak gerekmekle
birlikte, günümüzde çok büyük sayılarda insanların yaşadığı şehirler göz önüne
alındığında, cuma namazını bir veya birkaç yerde kılmayı söz konusu etmek, hem
bu büyüklükte cami olamayacağı için hem de ulaşım şartları açısından, mümkün ve
anlamlı değildir.
Bu konuda Hanefî mezhebinin ve öteki mezheplerin görüşleri genel hatlarıyla
şöyledir:
Ebû Hanîfe'den bu konuda nakledilen iki görüşten birine göre bir şehirde yalnız
bir yerde cuma namazı kılınabilir; diğerine göre ise bir şehirde birden fazla
yerde cuma namazı kılınabilir. İmam Muhammed bunlardan ikincisini benimsemiştir.
Ebû Yûsuf'a göre ise, şehrin ortasından nehir geçip de şehri ikiye bölüyorsa
veya şehir zayıf ve yaşlı kimselerin cuma kılınan camiye gelmelerini
zorlaştıracak ölçüde büyük ise bir şehirde iki yerde cuma namazı kılınabilir; bu
durumlar söz konusu değilse sadece bir yerde kılınır.
Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan ve kuvvetli bulunan görüş, bir şehirde
birden fazla cami bulunması halinde bütün camilerde cuma namazı kılınmasına
cevaz veren görüştür; ki bu zaten, Ebû Hanîfe'den nakledilen iki görüşten biri
ve aynı zamanda İmam Muhammed'in görüşüdür.
Şâfiîler'e göre, bir şehirde birden fazla cami bulunsa bile, birden fazla yerde
kılmayı zorunlu kılan sebepler olmadıkça sadece bir camide cuma namazı kılınır;
böyle bir sebep yokken, birden fazla camide cuma namazı kılınsa, sadece namaza
ilk başlayanların cuma namazları sahih olur, diğerlerininki sahih olmaz. Bu
durumda diğerlerinin sonradan öğle namazı kılmaları gerekir. Ancak, şehrin çok
büyük olması sebebiyle, cuma namazı için herkesin bir yere toplanması çok zor
olursa veya güvenlik, sağlık vb. konularda ciddi endişeler bulunması sebebiyle
bir yerde toplanılmasında sakınca varsa, ihtiyaç durumuna göre, bir şehirde
birden fazla yerde cuma namazı kılınabilir. Bu tür sebeplerden dolayı, bir
şehirde birden fazla yerde cuma namazı kılınırsa, buralarda cuma namazı
kılanların ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmez.
Mâlikîler'deki tercih edilen görüşe göre de, Şâfiî mezhebinde olduğu gibi,
birden fazla yerde kılmayı zorunlu kılan sebepler olmadıkça, bir şehirde sadece
bir yerde cuma namazı kılınır. Böyle bir sebep olmadığı halde bir beldede birden
fazla camide cuma namazı kılınsa sadece o beldedeki en eski camide (öteden beri
o beldede cuma namazının kılınageldiği camide) kılanların cuma namazları sahih
olur.
Hanbelîler'e göre de, zorlayıcı sebepler yoksa, bir şehirde sadece bir yerde
cuma namazı kılınır. Bir cami yeterli olduğu halde iki camide, iki cami yeterli
olduğu halde üçüncü camide cuma namazı kılınamaz. Hanbelîler'e göre ihtiyaç
bulunmadığı halde, birden fazla yerde cuma namazı kılınsa, bu durumda sadece
devlet başkanı veya temsilcisinin kıldırdığı cuma namazı sahih olur; bu durumda,
cuma namazını önce veya sonra kılmak önemli değildir.
5. İzin
Hanefîler, cuma namazını devlet başkanı veya temsilcisinin ya da bunlar
tarafından yetkili kılınan bir kişinin kıldırması gerektiğini ileri
sürmüşlerdir. Hanefîler'in dışındaki diğer mezhepler cuma namazının geçerliliği
için bu şartı aramazlar. Ancak Hanefîler'in dışındaki bazı bilginlere göre de,
bazı durumlarda meselâ zorunlu olmadığı halde birden fazla yerde cuma namazı
kılınması durumunda sadece devlet başkanı veya temsilcisinin kıldırdığı cuma
namazı sahihtir. Bir camide cuma namazı kıldırması için kendisine yetki verilen
kimse, o camide cuma namazını kendisi kıldırabileceği gibi bir başkasına da
kıldırtabilir. Namaz için verilen izin hutbe için de geçerlidir.
Cuma namazı, Hulefâ-yi Râşidîn döneminden hemen sonra siyasî bir içerik
kazanmaya başlamıştır. Bazı yörelerde ve dönemlerde, hutbelerde Ali'ye, bazı
dönemlerde veya yerlerde de Muâviye'ye lânet okunduğu görülmüş; hutbe bir
anlamda, siyasî kanaatin ve hangi tarafta olunduğunun göstergesi haline
gelmiştir. İleriki zamanlarda ise hutbenin biri adına okunması, onun isyan
bayrağını çektiği ve siyasî bağımsızlığını ilân ettiği anlamına gelmeye
başlamış, dolayısıyla hutbe ve cuma namazı âdeta siyasî bir sembol olmuştur.
Tarih kitaplarında, adına hutbe okutmak veya adına hutbe okunmak şeklinde yer
alan ifadeler de cuma namazının zaman içerisinde siyasal bir içerik kazandığını
göstermektedir. Özellikle Abbâsîler'den itibaren resmî veya yarı resmî mezhep
durumunda olan Hanefî mezhebinin âlimleri ister istemez bu siyasî konjonktürden
etkilenmişler ve cuma namazı için daha önce bulunmayan birtakım şartlar ileri
sürmek durumunda kalmışlardır. Dolayısıyla cuma namazı kılmak için devlet
başkanının izninin aranması şartı eski siyasî içeriğini kaybetmiş olduğu için,
günümüzde bu şartı aramaya gerek kalmamıştır. Öte yandan, bu şartın hâlâ
geçerliliğini koruduğu düşünülse bile, bir ülkede camilerin yapılmasına izin
verilmesi, imamların maaşlarının devlet tarafından ödenmesi ve bu işler için
kamusal bir örgütlenmenin mevcut olması, cuma namazının kılınması için de izin
sayılır ve şart yerine gelmiş olur.
Sonraki Hanefî fıkıhçılar, devlet başkanının veya izninin bulunmaması durumunda
bir cemaat teşkil edebilen müslümanların, aralarından birine cuma imamlığı
selâhiyeti vererek bu namazı kılabileceklerine fetva vermişlerdir.
Cuma kılınan yerin herkese açık olması anlamında genel izin de (izn-i âm), bazı
kitaplarda ayrı bir şart olarak değerlendirilmekle birlikte, bir anlamda devlet
başkanının izni kapsamında yer alır.
Hanefîler'e göre, bir yerde cuma namazı kılınabilmesi için, o yerde cuma namazı
kılınmasına, yetkili kimse tarafından herkese açık olmak üzere izin verilmesi
şarttır. Buna göre, belli bir yerde bulunan kimseler, cuma namazı kılınmasına
izin verilmiş camide, sadece belirli kimseler girmek kaydıyla cuma namazı
kılamazlar. Ancak başka kimselerin de girmesine müsaade edildiği halde, başka
kimseler gelmese ve sadece oradaki kimseler kılsalar, cuma namazları sahih olur.
Güvenlik ve gizliliğin korunması gibi sebeplerle herkese açık olmayan yerlerde
bulunan cemaat cuma namazı kılabilir. Burada izn-i âm şartı zaruret sebebiyle
kalkmış olur.
6. Hutbe
Cuma namazının sıhhat şartlarından birisinin de hutbe olduğu hususunda fakihler
görüş birliği içindedirler. Ancak cuma namazının sıhhat şartlarından olan
hutbenin rükünleri ve geçerlilik şartları konusunda mezhepler arasında görüş
farklılıkları vardır.
Hutbe, birilerine hitap etmek, bir şeyler söylemek demektir. Haftada bir gün bir
mekânda toplanmış olan müminlerin başta dinî konular olmak üzere, onların
hayatlarını kolaylaştıracak, ilişkilerini uyumlu hale getirecek her konuda
aydınlatılması için hutbe bir vesile ve bir fırsattır. Hutbe esasen bu amacı
gerçekleştirmek için düşünülmüştür; bu sebeple cemaatin bilip anladığı bir dille
irad edilir.
Cuma namazının bir parçasını teşkil eden hutbenin varlığı, fıkhen geçerliliği
veya en güzel şekilde ifası için bazı şartlar aranır. Bunlar ilmihal dilinde
hutbenin rükünleri, şartları ve sünnetleri olarak anılır.
aa) Hutbenin Rüknü
Ebû Hanîfe'ye göre hutbenin rüknü yani temel unsuru Allah'ı zikretmekten ibaret
olduğu için, hutbe niyetiyle "elhamdülillah" veya "sübhânallâh" veya "lâ ilâhe
illallah" demek suretiyle hutbe yerine getirilmiş olur. Fakat bu kadarla
yetinilmesi mekruhtur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise hutbenin rüknü, hutbe
denilecek miktarda bir zikirden ibarettir ki, bu zikrin uzunluğunun da en az
teşehhüd miktarı kadar yani Tahiyyât duası kadar olması gerekir.
İmam Mâlik'e göre hutbenin rüknü, müminlere hitaben müjdeli veya sakındırıcı
ifade taşımasıdır.
İmam Şâfiî'ye göre ise hutbenin beş rüknü vardır. Bu rükünler şunlardır: 1. Her
iki hutbede (hutbenin her iki bölümünde) Allah'a hamdetmek. 2. Her iki hutbede
Peygamberimiz'e salavat getirmek. 3. Her iki hutbede takvâyı tavsiye etmek. 4.
Hutbelerden birinde bir âyet okumak (âyetin birinci hutbede okunması efdaldir).
5. İkinci hutbede müminlere dua etmek. Hanbelîler'e göre ise hutbenin rükünleri,
sonuncu hariç, Şâfiîler'deki ile aynıdır.
bb) Hutbenin Şartları
Hanefîler'e göre cuma namazı hutbesinin sahih olabilmesi için şu şartların
bulunması gerekir:
1. Vakit içinde okunması. 2. Namazdan önce olması. 3. Hutbe niyetiyle okunması.
4. Cemaatin huzurunda irad edilmesi. Son şartın yerine gelmiş olması için,
kendisiyle cuma sahih olan en az bir kişinin bulunması gerekir. Her ne kadar
Hanefî mezhebinde hutbenin sıhhati için cemaatin şart olmadığına dair bir görüş
mevcut ise de, mezhepte daha doğru kabul edilen görüş, bir kişi bile olsa
cemaatin huzurunda okunmasının gerektiği şeklindedir ve bunun kendisiyle cuma
namazı sahih olabilecek bir kişi olması da şarttır. Ancak, hutbenin sıhhati için
cemaatin işitmesi şart olmayıp sadece hazır bulunması yeterlidir. 5. Hutbe ile
namaz arasının, yiyip içmek gibi namaz ve hutbe ile bağdaşmayan bir şeyle
kesilip ayrılmaması.
Hatibin hadesten tahâret ve setr-i avret şartlarını taşıyor olması ve hutbeyi
ayakta okuması şart değildir. Fakat bunlara riayet edilmesi gerekir. Çünkü
bunlar, kabul edilen görüşe göre sünnet olmakla birlikte bunların vâcip olduğunu
söyleyenler de bulunmaktadır.
Hanefîler'e göre cuma hutbesinin Arapça olması şart değildir.
Mâlikîler'e göre ise cuma namazı hutbesinin geçerli olmasının şartları
şunlardır: 1. Hatibin ayakta olması. 2. Her iki hutbenin de öğle vakti girdikten
sonra irad edilmesi. 3. Her iki hutbenin de hutbe olarak nitelendirilebilecek
içerikte olması. 4. Mescidin içinde irad edilmesi. 5. Namazdan önce olması. 6.
En az on iki kişilik bir cemaatin huzurunda olması. 7. Açıktan okunması. 8.
Arapça olması. 9. Hutbelerin arasına ve hutbe ile namaz arasına başka bir
meşguliyetin sokulmaması. Mâlikîler'e göre de hatibin abdestli olması şart
olmadığı gibi hutbede niyet de şart değildir.
Şâfiîler'e göre cuma namazı hutbesinin sahih olabilmesi için gerekli şartlar da
şunlardır: 1. Hutbenin beş rüknünden her birinin Arapça olması. 2. Öğle vakti
içinde olması. 3. Hatibin, gücü yetiyorsa hutbeleri ayakta okuması. 4. Bir
mazereti yoksa iki hutbe arasında oturması. 5. İki hutbenin rükünlerini en az
kırk kişinin dinlemesi. 6. Hutbenin namazdan önce okunması ve gerek hutbelerin
arasına gerekse hutbe ile namazın arasına başka bir meşguliyetin katılmaması. 7.
Hatibin hadesten ve necâsetten temiz olması. 8. Hatibin setr-i avrete riayet
etmesi. 9. Hatibin erkek olması. 10. Hatibin kırk kişinin duyabileceği şekilde
sesini yükseltmesi. 11. Hatibin imamlığının sahih olması. 12. Hatibin namazın
farz ve sünnetlerini birbirinden ayıracak kadar bilgi sahibi olması, hiç değilse
farzı sünnet olarak bilmemesi. Şâfiîler'e göre de hutbe için niyet şart
değildir.
cc) Hutbenin Sünnetleri
1. Hatibin, hutbe için minbere kolayca ve kimseye eziyet etmeden çıkabilmesi
için minbere yakın bir yerde bulunması, cumanın ilk sünnetini minberin önünde
kılması. Böyle yapmaması yani mihrapta veya minbere uzak bir yerde kılması
mekruhtur.
2. Hatibin minbere çıktıktan sonra cemaate dönük olarak oturması ve okunacak
ezanı bu şekilde dinlemesi.
3. Ezanın, hatibin huzurunda okunması.
4. Hatibin ezandan sonra kalkıp, her iki hutbeyi ayakta okuması. Hutbenin ayakta
okunmasının vâcip olduğu yönünde de görüş bulunmaktadır.
5. Hutbe okurken hatibin yüzünün cemaate dönük olması.
6. Hutbeye gizlice eûzü çektikten sonra sesli olarak Allah'a hamd ve sena ile
başlaması.
7. Kelime-i şehâdet okuması ve Hz. Peygamber'e salavat getirmesi.
8. Müslümanlara nasihatte bulunması.
9. Eûzü ile Kur'an'dan bir âyet okuması.
10. Hutbeyi iki bölüm halinde yapması ve iki hutbe arasında kısa bir süre,
ortalama üç âyet okuyacak kadar oturması.
11. İkinci hutbeye de birincide olduğu gibi Allah'a hamd ederek ve Hz.
Peygamber'e salavat getirerek başlaması.
12. İkinci hutbede müminleri af ve mağfiret etmesi, onlara afiyet ve esenlik
vermesi ve onları muzaffer kılması için Allah'a dua etmesi.
13. İkinci hutbeyi birinciye göre daha alçak sesle okuması.
14. Hutbeyi kısa tutması.
15. Hutbeyi cemaatin işitebileceği bir sesle okuması.
16. Abdestli olması ve avret yerleri örtülü bulunması. Bunların vâcip olduğu da
söylenmiştir.
17. Hutbeden sonra namaz için kamet getirilmesi.
18. Cuma namazını hutbe okuyan kişinin kıldırması.
Hanefîler'in hutbenin sünnetleri olarak kabul ettiği birçok husus Şafiîler`de
hutbenin sahih olmasının şartı olarak görülür.
dd) Hutbenin Mekruhları
Hutbenin sünnetlerini terketmek mekruhtur. Ayrıca, hutbe okunurken konuşmak ve
konuşan birini konuşmaması için uyarmak tahrîmen mekruhtur. Hatta hatip ile
cemaatin dinî meselelerde soru-cevap şeklindeki konuşması dahi Hz. Peygamber'den
bu yönde bazı uygulamalar rivayet edilmekle birlikte cami disiplinini bozacağı
gerekçesiyle hoş karşılanmamıştır. Hutbe dinleyenlerin sağa sola bakmaları,
selâm verip almaları da mekruhtur. Hatta Hz. Peygamber'in adı anıldığı zaman ya
sessiz kalmalı ya da içinden salâtü selâm etmelidir. Hutbe esnasında namaz
kılmak dahi mekruhtur.